Oysa bu son derece kısır bir öneri. Aslında solun toparlanmasının da engelini bu oluşturuyor. Kaldı ki, 1980'li yılların sonunda ve 1990'lı yılların başında, henüz CHP açılmamışken, SHP'yi en çok bölen ya da aşındıran parti DSP değil miydi? O zamanlar Ecevit'in lakabı "Bir Bölen" değil miydi? O zamanlar Ecevit ısrarla birleşme önerilerine karşı çıkıyordu. Seçim öncesi ittifakları da hayırlı görmediğini ifade ediyordu. Ne oldu da fikirleri değişti? Bir süredir DSP Genel Başkanı Zeki Sezer solda birlik olması halinde önümüzdeki seçimlerde çok olumlu sonuçlar alınacağını belirtiyor. Daha önce SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın'ın da benzer talepleri olmuştu. Hatta Karayalçın son İtalya gezisinde Prodi'yi ziyaret ederek Zeytin Ağacı ittifakından öykünülmesi gerektiğini belirtmişti. Öteden beri, bölünmenin bitmesiyle solun tek başına iktidar olacağı söyleniyor. Yakın dostum Karayalçın, CHP'den istifa ederken, parti içi demokrasi mazereti ne olursa olsun, yeni bir parti kurmanın solu bölmek anlamına geleceğini bilmiyor muydu? Karayalçın CHP'den ayrılmamalıydı. Hata yaptı. Ama Karayalçın'ın hiç olmazsa türlü fedakârlıkla SHP ile CHP'yi birleştirmesi var. Bu nedenle CHP'nin SHP'ye
Enflasyon düşüşü talebin bastırılmasına bağlanırsa, bu dönemdeki yüksek büyüme oranı açıklanamaz. Hele hele 2005 yılında oluşan tüketim patlaması tümden havada kalır. Hiç kuşkusuz enflasyon dinamikleri ülkeden ülkeye değiştiği gibi, aynı ülke içinde de zaman içinde değişir. Fakat geçen dört yıllık dönemde enflasyonun yüzde 70'leri aşan bir düzeyden tek haneli oranlara inmesinde kurun çok açık bir rolü oldu. Tabii enflasyonun tek başına kur etkisiyle düştüğü de iddia edilemez. 2002 mali krizinden bu yana uygulanan sıkı mali disiplinin kuşkusuz enflasyonun ateşini düşürmekte önemli bir rolü oldu. Kur ve mali disiplin beraberce, özellikle maliyetler dolayısıyla, fiyatları dizginledi. Fakat ne oldu da 2006 yılında enflasyondaki düşüş trendi aksadı. Bu konu iyi anlaşılmadan Türkiye'de son yıllarda oluşan enflasyon dinamiği doğru anlaşılmayacaktır. Şu anda açık enflasyon hedeflemesi uygulanıyor. Yani beklentiler olumlu oldukça enflasyon da düşüyor. 2006 yılında üç önemli gelişme oldu. Birincisi, kur etkisi. İkincisi, talebin canlanması, üçüncüsü de petrol fiyatlarının maliyetler üzerindeki olumsuz etkisi. Tabii bu arada bozulan beklentileri de buna eklemek gerek.Ülkemizde beklentileri
Gerçi 2007 yılında ekonomik olayları etkileyecek etmenler üç aşağı beş yukarı belli. Ancak bu etmenlerin oluşup oluşmayacağı belli değil. Birincisi, dış siyasal gelişmeler. İkincisi, iç siyasal gelişmeler ve üçüncüsü de izlenecek politikalar. Değerlendirelim. Ekonomistlerden sürekli tahmin bekleniyor. Sokaktaki insan bile bizden bunu istiyor. Oysa ekonomi de tıpkı diğer sosyal bilimler gibi toplum ya da insanlarla ilgili. İnsanın ne yapacağını tahmin etmek çok zor. Çok farklı davranışsal tepkiler ya da çıkışlar gösterebiliyor. Ve bu baskı altında biz sık sık yanılıyoruz. Sonra kimimiz yanıldığımızı itiraf ediyor, kimimiz geçiştiriyor, kimimiz de inkâr ediyor. Dış siyasal etmenlerin başında hiç kuşkusuz AB ile ilişkiler geliyor. Burada bir kesinti ya da gerginlik elbette ekonomik dengeleri bir hayli değiştirecek, içerideki sıcak para azalırken, giren doğrudan yabancı sermaye de etkilenecektir. Bu da mali piyasaları elbette altüst etmeye fazlasıyla yetecektir. Mamafih, bunun kur üzerindeki etkisini sağlıklı bir gelişme olarak gören de olabilir. Dış siyasal etmenler arasında Irak da önemli. Irak'ta istikrar sağlanmadan Türkiye'de riskler azalmayacaktır. Başta terör nedeniyle,
Burada amaç Türkiye'de mali sistemde üç yılda beklenen yapısal değişim beklentisini ortaya koymak. Dikkat edilirse, en çok ilgi çeken veri gelirdeki hızlı artış. Bütçe gelirlerinde de, özellikle vergi gelirlerinin hızla artması öngörülüyor. Harcamalar da artıyor ama daha yavaş. Dört yılda harcamaların toplam yüzde 23 artması öngörülüyor. Oysa gelirdeki artış beklentisi yüzde 30.Açıklanan tablonun en ilginç tarafı da şu: 2009 yılında bütçe gelirlerinin giderleri aşması bekleniyor. Yani 2009'da bütçe fazlası elde edilecek. Vergi gelirlerindeki artış beklentisi yüzde 40. Bu nasıl olacak? Herhalde indirilen vergi oranlarının tahsilatta artış sağlayacağı, verginin tabana yayılacağı ve kayıtsızlık oranının düşeceği hesaplanıyor. Olabilir. Ancak, eğer ithalatta azalma meydana gelir ya da dolaylı vergi oranlarının düşürülmesi gerekirse, bu beklenti gerçekleşmeyebilir. İlginçtir, faiz giderlerinin, 2007 yılı hariç, pek bir artış göstermeyeceği düşünülüyor. Bunun da gerçekçiliği tartışılabilir. Çünkü 2007 çalkantılı bir yıl olacağa benziyor. Eğer o dönemde de reel faizler yüksek kalırsa, 2008 bütçesinde faiz giderleri arzu edildiği kadar düşmeyebilir. Öte yandan, kurda düzeltme
Önce açıklayalım. Bir ülkedeki harcamalar gelirden fazlaysa bu borçlanmaya neden olur. Yani dış borca. Devletin veya özel kesimin harcamalarının tüketim, ya da yatırım biçiminde gerçekleştiği biliniyor. Bunlar fazlaysa, yani ülkedeki toplam üretimi (yahut geliri) aşıyorsa, borçla kapanıyordur. Diğer bir deyimle ve basitleştirerek, ithalat ihracatı aştığında borçlanmaya neden olur. Ekonomide en önemli sorun cari açık olarak görünüyor. Bunun da temelinde düşük kur sorunu bulunuyor. Ancak unutulmamalı ki, teknik olarak dış açığın olabilmesi için içeride tasarruf açığı olmalıdır. Tasarruflara iki türlü yaklaşılır. Biri, tasarrufu faizin bir fonksiyonu olarak görür. Yani, faizler artarsa tasarruflar artacaktır, bu klasik yaklaşımdır. Diğeri (Keynezyen) ise, tasarrufları gelire bağlar. Derslerimde hep örnek veririm. Rahmi Koç'un tasarrufları faizler artınca yükselebilir. Ancak çaycı Eşref Efendi'nin tasarrufu yoktur ki, faiz artınca yükselsin. O zaten zar zor, belki de borçla geçiniyor. Ülkemizde de Rahmi Koç'tan fazla çaycı Eşref Efendi var.Bu örnekten hareket edersek, bir ülkede milli gelir arttığında tasarrufların yükselmesini beklemek gerekir. Ancak 2002-2006 arasında milli gelir
Talebi belirleyen en önemli etmen güvendir. Vatandaş güvendiği bir ekonomik ve siyasal ortamda konut ya da işyeri almak ister. Ekonomik istikrarın kalıcılığını görmeden yahut siyasette bir karışıklık olmayacağını anlamadan alıma geçmek istemez. Unutmayalım, emlak uzun vadeli ve likit olmayan maldır. Yani yüksek risk taşır. Bu riskin de telafisi ancak yüksek bir getiri beklentisiyle mümkündür.İkincisi, emlakın krediyle alınması durumunda vadenin uzunluğu ve faizin düzeyi çok önemlidir. Hatta vade uzunluğu faizden daha önemlidir. Çünkü böylelikle aylık gelirden ödenecek taksitlerin miktarı düşer. Bize kalırsa, 2004 ve 2005 yılında konut kredilerini birdenbire patlatan en önemli unsur vadelerin uzaması olmuştur. Dünkü yazımızda konut piyasasını değerlendirmeye başladık. En önemli konu tabii fiyatlar. Konut fiyatlarını arzdan çok talep belirler. (Arz da talebe bağlıdır) Talep ise yalnızca demografik değişime, yani nüfusa bağlı değildir. Öyle olsaydı talep hep aynı kalırdı. Üçüncüsü ve tabii çok önemli bir başka etmen de gelir düzeyidir. Gelir düzeyi arttıkça ya da artması beklendikçe emlak talebi artabilir. Kiraların genellikle gelirin beşte biri kadar olduğu varsayılır. Bu doğruysa,
Tabii, ardından inşaat kesimi birdenbire parladı. 2005 yılı bu anlamda inşaat sektörünün altın yılı sayılabilir. Çünkü 1998 yılından bu yana (2000 ve 2004'teki düşük düzeyli büyüme oranları bir tarafa bırakılırsa) ilk defa oldukça yüksek bir büyüme performansına ulaşıldı. Emlak alım-satımı 2003 yılından itibaren canlanmaya başladı. Ancak bu gelişme hemen fiyatlara yansımadı. Malum, uzun yıllardır, özellikle 2001 krizinden sonra, satış için bekleyen ciddi bir konut stoku vardı. Önce bunun erimesi gerekiyordu. 2004 yılında mevcut stok azalmaya başlayınca, konut piyasasında fiyatlar yükselmeye başladı. Emlak deyince, akla hem toprak hem bina gelir. Toprak arsa olabilir, arazi de. Arazi büyüklük ifade eder. Toprağın inşaat izni varsa arsadır. Değilse tarladır. Arsa üzerine, işyeri, konut ya da sanayi tesisi yapılabilir. Yani, her arsa aynı nitelikte değildir. Keza bir bina konut ya da işyeri olabilir. Bunlar da ayrı niteliktedir. Farklı piyasaları vardır. Örneğin, kiminin fiyatı artarken kiminin düşebilir. Diğer bir deyimle, emlak deyip her zaman toptan değerlendirmelere gitmek doğru olmaz.2005 yılında arazi fiyatlarından çok, kent merkezlerindeki arsa fiyatları arttı. Çünkü emlak
Avrupa Komisyonu'nun açıklamaları genel olarak kamuoyunda tepki görmedi. Aksine, iyimser biçimde yorumlandı. Çünkü Komisyon bir tavsiye kararı almaktan uzak dursa da, Türkiye'ye limanlarını Güney Kıbrıs'a açması için bir aylık bir süre verdi. Yani, bir anlamda, devlet olarak üye olan bir ülkeyi tanımasını istedi. Bu hafta Türkiye'nin gerek dış siyasetini, gerekse makroekonomik dengelerini önümüzdeki dönemde yakından ilgilendiren gelişmelerle geçti. Bunlardan ilki, Avrupa Komisyonu'nun yayımladığı İlerleme Raporu. Diğeri, ABD'deki seçimler. Bir diğeri de açıklanan ekonomik son veriler. Oysa burada iki önemli nokta var. Birincisi, Türkiye Güney Kıbrıs'ı tanımak istemiyor. Daha doğrusu, Kuzey Kıbrıs üzerindeki izolasyonist uygulamalar kalkmadan, yani birleşik Kıbrıs'ın önü açılmadan bunu yapmak istemiyor.Aksi takdirde çözüm ileride daha da zorlaşacak. Kaldı ki, Türk tarafı Annan Planı'na "evet" diyerek bunun önünü açmıştı. Kısacası, Komisyon'un öne sürdüğü koşul aslında Türkiye'nin kabul edemeyeceği nitelikte. İkincisi, konulan süre de çok kısa. Bir ay gelip geçer ve sonunda Türkiye ile müzakereler aksar. Sevinmeyi bu nedenle anlamak zor. Müzakerelerin aksaması ya da gerilmesi mali