Petrol fiyatları sürekli artıyor. Kimisi bunu küresel talebe, kimisi değişen jeopolitik duruma, kimisi de spekülasyona bağlıyor. 2007 yılında dünyada enerji yüzde 2.4 daha fazla tüketildi. Ancak bu daha çok gelişmekte olan ülkelerden (yarısından fazlası da Çin’den) kaynaklandı. Çin’in enerji tüketimindeki artış yüzde 7.7 oldu. Oysa AB ülkeleri giderek daha az (2007’de yüzde 2.2) enerji tüketiyor.
Venezuela’nın renkli lideri Chavez bir açıklama yaparak fiyat artışının ABD’nin arsızlığından kaynaklandığını, 100 dolar gibi bir fiyatın makul olacağını belirtti. ABD Hazine Bakanı Henry Paulson ise petrol fiyatının doların değerinden kaynaklanmadığını, Şubat 2002’den bu yana doların yüzde 24 kadar değer yitirdiğini, oysa petrolün fiyatının yüzde 500 arttığını savundu.
Fakat şunu itiraf etmek gerekiyor ki, talepte değişim olmasına rağmen dedikodusu yapılan her fiyat yakın bir tarihte gerçekleşti. Bu anlamda ciddi bir spekülatif balondan bahsedilebilir. Kaldı ki, bu çıkış çok kısa sürede oldu.
Düşük
Açıkça baştan ifade edeyim; Derviş’in TÜSİAD’daki konuşması gayet derli topluydu. İşadamlarına ufuk çizdiğini düşünüyorum. İşadamları böylece gazetelerin ötesinde küresel gelişmeler hakkında bilgi sahibi oldular.
Hemen ekleyeyim, uluslararası kuruluşlardan gelip de konuşma yapanların sunumlarındaki çok yönlü verilere hep gıpta ederim. Üstelik peşinen belirteyim ki, uluslararası bir kuruluşun başında olmasına rağmen konuşmasından anlaşılıyor ki, Derviş Türkiye’deki gelişmeleri yakından izliyor. Bu yazıyı kaleme almakta biraz geciktim. Çünkü konuşmanın tamamını naklen izlesem de verdiği tablolara ulaşmam zaman aldı.
Derviş önce küresel gelişmeleri değerlendirdi. Emtia (özellikle de gıda) fiyatlarındaki değişimin geçici olmadığını belirtti. Çok doğru. Bir taraftan küresel ısınma, diğer yandan dünya nüfusunun hızla artması ve kentlere göç etmesi, nihayet gelişmekte olan ülkelerde kişi başına tüketimin hızla artması hammadde fiyatlarını zorunlu olarak yükseltiyor.
ABD’deki durgunluğun boyutu
Otomotiv sektörünü yakından bilenler son aylarda işlerin pek parlak olmadığını gözlüyor. Ancak hemen belirtelim, bir binek otomobil alt kesimi var, bir de ticari araç. Ekonomik durum bozuldu mu, binek otomobiller hemen etkileniyor ama ticari araçların satışları daha az etkileniyor. Binek otomobil satışlarını da özellikle tüketici güveni, faizler ve kur etkiliyor.
Malum, 2000 yılında otomotiv sektörü altın yılını yaşamıştı. 2001 krizinde ise satışlar çok azaldı ama bunun bir nedeni de ihtiyacın önceki yıl büyük ölçüde karşılanmış olmasıydı. 2001 yılında kampanyalı satışlarla yahut arabalar eski kurdan fiyatlandığı için satışlar sürdürebildi ve stoklar azaltıldı. Ancak asıl sıkıntı 2002 yılında yaşandı. İlk 5 ayda 44 binin altında araba satıldı. Yılın tamamında ise satılan araç sayısı da 153 bini ancak buluyordu.
2004-2006 yılları otomobil sektörü için altın dönem oldu. Bu yıllarda ortalama araç satışı yılda 700 bin kadardı. 2007 yılında otomotiv sektörü biraz yavaşladı ama 2008 yılında ilginçtir pek de
“Tasarruf edecek hal mi kaldı? Bıçak kemiğe dayandı” denebilir. Ama bizde “Ayağını yorganına göre uzat” diyebiliriz. Konu son derece önemli. Arşivime (*) baktım, 2006 yılından itibaren sık bir biçimde bu konuyu kaleme almaya başlamışım. “Türkiye’de tasarruflar yetersiz.” Neden? Çünkü çok tüketiyoruz. Daha doğrusu; ürettiğimizden daha fazla harcıyoruz. Aradaki farkı ithal ediyoruz. Bu ithalat da ihracatımızdan fazla olduğundan ortaya bir açık çıkıyor ve onu da borçla kapatıyoruz. Kısacası, fazla harcamalar borçla yapılıyor.
Neden çok harcadığımıza gelince. Kimileri bunu genç nüfusa, kimileri de göç gibi demografik dinamiklere bağlıyor. Bize göre bunun iki temel etmeni var; biri makroekonomik tasarımdaki hata. İkincisi de kişi başına düşen gelirin düşük kalması. Kaldı ki, son 25 yılda toplum çok daha tüketim güdülü hale geldi.
Dış açığın temeli
Tasarruf açığı ile dış ticaret açığı arasında elbette bir bağ var. Ancak sadece tasarruflarla (kısa
2003 yılında Hollanda’daki sosyal demokrat Türkler bir konferans vermem için davet etmişlerdi. Fakat benden önce beni dinlemeye gelen 1979-1986 arasında Hollanda İşçi Partisi liderliğini yapan Max van den Berg’e söz verildi. Van den Berg de Türkiye’ye bakışlarını aktarırken ordunun büyüklüğünden, Kürt sorunundan ve Ermeni meselesinden bahsetti.
Ben de onu şöyle yanıtladım; “1960’da bunlar vardı ama Avrupalılar bundan şikâyet etmiyordu. Çünkü komünizme karşı Türkiye sizi koruyordu” dedim. Hatta Türk ordusunun her büyüme adımını alkışlıyordunuz. (Bu arada Türklere anadillerini öğrenme hakkında aldıkları sınırlama kararının bize söyledikleriyle çeliştiğini de eklemeyi unutmadım tabii.)
Geçtiğimiz günlerde Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin Prof. Dr. Seyfettin Gürsel koordinasyonundaki bir araştırması yayımlandı. Araştırma konusu devletin ekonomik büyüme ve refaha katkısı.
Bunu hem vergilerin yükü ve niteliği
Önce Maliye Bakanlığı, sonra Merkez Bankası, nihayet de Devlet Planlama Teşkilatı orta vadeli (yani 3-4 yıl sonrasını planlayan) stratejisini açıkladı. Yani artık yıllık değil, birkaç yıllık olarak ne olacağı yahut neyin hedeflendiği açıklanıyor. Ancak kimileri buna inansa yahut öyle saysa da bu sanılarımızın çoğu yanlış çıkıyor.
Çıkıyor. Çünkü ülkemizde bir yıllık hedefler bile tutmazken ve değiştirilmesi zorunlu hale gelirken, daha uzun vadeli planlar yapmak hiç gerçekçi değil. Hem belirsizlikler çok fazla, hem de küresel olarak o denli dalgalanma oluşuyor ki, bu dışsal etkileri önceden kestirmek ve orta vadeli plan yapmak olanaksızlaşıyor.
Bakınız, Maliye Bakanlığı hazırladığı Orta Vadeli Mali Çerçeve’de bugün milli gelirin yüzde 3.5 düzeyinde olan faiz dışı fazlanın 2012’de yüzde 2.4’e düşmesini, ancak milli gelirin yüzde 38’i kadar olan kamu borcunun aynı vadede yüzde 30’un altına düşmesini hedefliyor. Kuşkusuz bu ikisi mutlaka çelişmiyor. Özelleştirmeye devam edilir,
Dün açıklanan büyüme rakamları bir anlamda kimilerini şaşırttı. Birçokları yılın ilk çeyreğinde daha düşük bir büyüme performansı bekliyordu. Genel olarak tahminler yüzde 4,9 -5,3 kadardı. Açıklama ise yüzde 6,6 oldu.
Oysa geçen yıl aynı dönemde büyüme yüzde 7,6’ydı. Bu anlamda büyümede bir düşüş gözlense de piyasalarda gözlediğimiz, dinlediğimiz durgunluk çok daha derin. Yani rakamlar bu durgunluğu pek yansıtmadı denebilir.
Milli gelir verilerine öncelikle harcamalar tarafından bakmakta yarar var. Çünkü iç talepteki durgunluğu sık sık dile getiriyoruz. Geçen yılın ilk çeyreğinde (yani ilk 3 ayında) yüzde 5,5 artan özel tüketim bu yıl aynı dönemde yüzde 7,1 büyümüş. Bu elbette şaşırtıcı. Asıl şaşırtan gelişme ise yatırımlardaki değişim. Geçen yılın ilk 3 ayında sadece yüzde 2 artan yatırımlar bu yıl aynı dönemde yüzde 9,5 artmış.
Henüz derin bir durgunluk yok
Kamu yatırımlarında bir tasarruf gözleniyor. Özel
1993 yılında DYP-SHP koalisyonunda rahmetli Erdal İnönü’nün ekonomik işlerden sorumlu başdanışmanıydım. O sıralarda Başbakan Demirel’in isteği üzerine bazı popülist uygulamalar yürürlüğe giriyordu. Biri, küçük köylünün kredi borcunun affıydı. Bir diğeri, tahsil edilemeyen vergilerin faizlerinin düşülerek anaparasının kurtarılmasıydı. Nihayet sonuncusu da erken emeklilikti. Üçüne de farklı gerekçelerle karşı çıktım.
Kredi ve vergi afları ahlaki çöküntü yaratacak, kimse vergisini ya da kredisini ödemeyecekti. Erken emeklilik de saçmalıktı. Erdal İnönü beni ikna etmek için genç işsizliler ordusuna dikkat çekmek istedi.
İnsanlar emekli olmalı ki iş bulamayan gençlere iş olanağı açılsın diyordu. Oysa bu sefer insanlar çok gençken aktif hayattan çekilecek, üstelik sosyal sigorta sistemi de çökecekti.
Diploma iş bulmaya yaramıyor
Zamanla kaygı duyduklarımız başımıza geldi. Sosyal sigorta sistemi büsbütün açmaza girdi.