Lisede öğrenciyken bir gün rahmetli babam Türkiye’de burjuvazinin gelişmekte olduğunu, apartman dairelerinden yalılara geçmeye başladıklarını, zamanla sanat eseri bile almaya başlayacaklarını söylemişti. Önceki gün rahmetliyi bol bol andım. Nur içinde yatsın. Pazar günü bir müzayedede Burhan Doğançay’ın Mavi Senfoni isimli verdiği resmi, KDV ve komisyonlarla 2.7 milyon TL’ye satıldı. Yani tam 1.8 milyon dolara. Bu rakam Türk sanatının tarihinde bir dönemeç oluyor. Bu yaşayan bir sanatçının eserine verilen en yüksek bedel. Tabii şimdi bu rakam bir hayli tartışılıyor.
Sanatı değerlendirmek kolay değil. Çünkü mal homojen değil. Her sanatçı ve her eser farklı. Üstelik hangi eserin, hangi ülkede satıldığı da önemli. O ülkedeki alım gücü de fiyatı belirliyor. Ayrıca sanatta fiyatlar ekonomik konjonktüre çok bağlı. Örneğin krizlerde kimse gidip sanat eseri almak istemiyor.
Dünyada sanat
Burhan Doğançay bir sanatçının oğlu. Fransa’da başka bir dalda eğitim alırken kendini sanata vermiş, sonra uzun yıllar New York’ta yaşamış. Orada epeyce varlık göstermiş. Nihayet son yıllarda Türkiye’de yaşıyor. Gerçekten Türkiye’de soyut sanatın yetişmiş en önemli birkaç isminden.
Doğançay’ın
Cuma günkü Meclis tarihi bir oturum yaşadı. Ancak verimsizdi. Bir yere varılamadı. Çünkü Hükümet hâlâ kafası karışık izlenimi verdi. Öte yandan tam sayısını bilemiyorum, ama Meclis’te Doğu ve Güneydoğu’dan gelen 70’ten fazla Kürt kökenli milletvekilinin hiçbiri konuşmadı. Diğer illerden gelenler de eklenirse Meclis’te 100’e yakın Kürt kökenli temsilci var. (Yani parlamentonun neredeyse yüzde 20’si)
Toplam nüfus içinde yüzde 12-15 paya sahip olan bir etnik grubun Meclis’teki temsilcilerinin diyecekleri önemliydi. Meclis’teki yüzde 20’ye yakın sandalye ile “daha fazla demokrasi istiyoruz” deseler, biraz ironik olurdu! Pekiyi ne diyebilirlerdi? İşte sorun da burada.
50 yıllık terane
Bana kalırsa DTP lideri Ahmet Türk makul bir konuşma yaptı. Ülkede Kürt sorunu denen bir olgunun nereden kaynaklandığını ve PKK’nın nereden beslendiğini açıklamaya çalıştı. Konuşmanın yazılı olması, Türk’ün buna sadık kalması bir hazırlığın olduğunu gösteriyordu. Ama nihai bir siyasal iradeye sahip olmadığı için çözümü taça attı, soyut bir kavram olan demokrasiye sığınıverdi. “Barış” dedi, ama PKK’nın silah bırakması konusuna giremedi.
MHP Genel Başkanı sorunun tamamını bölgesel dış güçlere,
Yaşamın tek amacı vardır: Mutluluk. Ekonomistler insanın mutluluğunu refahın artmasıyla sağlanacağını düşünür. Tabii mutluluk göreli bir kavramdır. Kimi insan küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenir. Kiminin ise dünyayı ayağına yıkarsınız bir türlü mutlu olamaz. Dolayısıyla, aslında ekonomistlerin işi zordur. Piyasanın bu işi kendiliğinden halledeceği sanılır.
Geçenlerde yakından tanıdığım bir delikanlı evlenmeye hazırlandığını söyledi. Heyecanlıydı. Gelin adayına şöyle teklifte bulunacakmış; “Günümüzde aşklar bile kredi kartı gibi kullanılıyor, benim aşkım geçmişin duygu selini içerecek! Beraberce yaşamı omuzlayacağız.” İçimden “Hadi bakalım” dedim. Bizim yaş kuşağımızın erkekleri duyguların dışa vurumundan hoşlanmaz. Duygusallığı hafiflik sayar. Ama ilişkilerimizin kredi kartı gibi işlev görmesini de istemeyiz. Mehmet’e şunu söylemek isterdim: “Mutlu olmak istiyorsan mutlu etmeye çalış. Hoşgörüye ve uyuma önem ver.” Fırsat bulamadım.
Mutluluk rejimi demokrasi
Aslına bakarsanız bir yaşam biçimi olan demokrasinin insan mutluluğunu azamileştirmesi de hoşgörüden kaynaklanır. Ekonomide refahın en üst düzeye ulaştığı Pareto optimalitesi de basitçe budur. Ortak bir paydada buluşmak...
Bir zamanlar ülkemizde yabancı sigara ithalatı yoktu. Yasaktı. Kaçak yollardan geliyordu. Turgut Özal sigaranın ithalatını serbest bıraktı. Hem kaçakçılık öldü, hem de önemli bir vergi gelir kalemi yaratılmış oldu. Allah rahmet eylesin. Bu hükümet de hayırlı bir iş yaptı. Kamusal yerlerde sigarayı yasakladı. Onları da kutluyoruz.
Fakat birçok liberal sigara örneğinden kalkarak yasakların kalkmasını savunuyor. Hatta bir dostum geçenlerde köşe yazısı yazdığı neoliberal/muhafazakâr gazetede “Osmanlının yasağı üç gün sürer” demiş. Ak Partili bu liberal arkadaşımız Türk toplumunu iyi izlemiyor olsa gerek. Yahut da sigarayı bırakamaması fikirsel pozisyonunu belirliyor.
Kahvelerde duman yok
Yasak başlayalı 3 ayı geçti. Hadi diyelim şehirlerde lokanta ve kahvelerde polisin basıp yüksek ceza yazması korkusuyla sigara içirilmiyor. Pekiyi köy kahvelerinde neden sigara içilmiyor? Jandarma köye olay olmadıkça uğramaz. Kabul edelim ki; Türkiye bu yasağı benimsedi. Üstelik sigara tiryakiliği ülkemizde çok yaygın. Yoksa biz Osmanlı mı değiliz? Dönelim emniyet kemerine. Bu kurala bal gibi uyuluyor. Oysa ilk başlarda Türk halkının buna uymayacağı söylenmiyor muydu? Yahut klakson kullanımı. Bir
“Güzel bir kızla iki saat otursanız size iki dakika gibi gelir. Ama sıcak bir sobanın üstüne iki dakika otursanız size iki saat gibi gelir.” Bunu kim demiş biliyor musunuz? İzafiyet teorisini açıklarken Albert Einstein. Gerçi bu söz tam olarak doğru değil, ama izafiyeti iyi açıklıyor. Doğru değil, çünkü dünyanın en güzel kadını eğer sıkıcıysa ikinci bir kez yanına oturmazsınız!
Toplumlara yarar sağlama da izafi bir konudur. Kimine göre yararlısınızdır, kimine göre zararlı. Fakat demokrat olmak pek de izafi bir konu değildir. Demokrat olmanın öylesi bir şartı vardır ki, bu son derece somuttur. Bu hoşgörüdür. Hoşgörü yahut tahammül yoksa demokrasi de yoktur. Oysa ki, ülkemizin aydınlarının hiç de hoşgörülü olmadığı görülüyor. Ülkemizde liberal geçinen aydınlar kendileri gibi düşünmeyen herkesin içeri tıkılmasını demokrasi için bir zorunluluk, ama iç barış için, eline silah almış bir kesimle uzlaşma gereğini vurguluyor.
Demokrat olma
Tarihte aydınlar genellikle toplumun geniş kitlesiyle çatışma içinde olmuştur. Bu çok da doğaldır. Çünkü aydın, toplumun bulunduğu noktadan farklı bir yerdedir. Hatta kimi zaman sırf bu farklılıklarını öne çıkarabilmek için aydınlar aykırı
Milliyet’e geçenlerde yeni bir Genel Yayın Yönetmeni atandı; Tayfun Devecioğlu. Bu kişinin benim nezdimde iki özelliği var. Biri Galatasaraylı (mektepli) oluşu. Ancak bizim yönetici Beşiktaşlı. Serpil Yılmaz da dün köşesinde inadına “En büyük STK: Fener” demesin mi? Neye göre? Dernek sayısına göre. Oysa taraftar sayısı açık ara Cimbom’da! Hadi buyurun. Üstat Hasan Pulur buna yanıt versin.
Devecioğlu’nun bir diğer özelliği köşe yazarlığına başladığım Yeni Yüzyıl gazetesinde yöneticim olması. Kadere bakın, Devecioğlu yine başımda.
Dün üstadımız Güngör Uras gündemdeki genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) konusunu değerlendirmiş. Uras konunun sadece yönetmelikle düzenlenemeyeceğini belirtiyor. Haklı. Ancak önce GDO ürünlerin yurtiçinde üretilip üretilmeyeceği, ithal edilip edilmeyeceği, yahut hangi düzeyde tüketilebileceğinin belirlenmesi gerekiyor. Unutmayalım, GDO’ları tümüyle yasaklamış 6 AB ülkesi var.
Kuşkonmaz daha pahalı
Dün arkadaşım Meral Tamer de köşesinde sigaradaki ÖTV’ye takmış. Neşe küpü bu dostumun olağanüstü yaratıcılıkta bir aşçı olduğunu belirteyim. Şimdi böylesine damak keyfi ve zarafeti olan birinin “Kuşkonmaz çok pahalı” diye yazacağı yerde sigaranın
Cuma günü eylül ayı dış ticaret verileri yayımlandı. Bu veriler hem küresel krizin atlatılması konusunda, hem de iç talebin gelişmesi konusunda önemli ipuçları verir. O nedenle ayrıntılarına bakmakta yarar var.
İhracat tarafı kuşkusuz dış talebi gösterir. Ocak-eylül arası 9 aylık ihracat geçen yıla göre yüzde 31 oranında düşmüş. İthalat ise yüzde 39 azalmış. İthalatın daha fazla azalması başta enerji olmak üzere, daha çok emtia fiyatlarından kaynaklanıyor.
Oysa bu aya dek ithalat hep daha hızlı düşüyordu. Eylül ayında ise ihracat yüzde 34 azalırken ithalat yüzde 30 azalmış. Tersine gelişme yine petrol fiyatlarından (yükselmeden) kaynaklanıyor. Geçen yıl 69 milyar dolar olan ve bu yıl olasılıkla 40 milyara düşecek olan dış ticaret açığının, 2010 yılında yeniden yükselmeye başlayacağı görülüyor.
Açık tekrar açılıyor
İthalat verilerinde başka değişimler de gözleniyor. Malum, TÜİK ithalatı yatırım, ara malı ve tüketim malı olarak sınıflandırarak yayımlıyor. Yılın ilk 9 ayında yatırım malları ithalatı yüzde 30 azalırken, son eylül ayında (bir önceki yılın aynı ayına göre) yüzde 24 düşmüş. Yani düşüş yavaşlıyor. Daha önce belirttiğimiz gibi ara-mallarında da aynı durum var; ilk 9
Hükümetin imdadına domuz gribi yetişti. Otobüsün üzerinden PKK’lılar halkı selamlarken birçokları şöyle düşünüyordu: insan öldürenler sınırda beraat ettirilip salınıyor, hasta insanları iyi edenler sabahın köründe yaka paça götürülüp hapislerde çürütülüyor! Tepkiler büyürken Sağlık Bakanı çıktı, domuz gribinin tehlikeli bir düzeye geldiğini açıklayıverdi. Böylece gündem değişmiş oldu.
Temmuz ayında Hong Kong’dayken sokaklarda halkın önemli bir kısmının ağızlarında maskeyle dolaştığını gözlemiştim. Oysa ülkemizde halk hâlâ önlem almıyor.
Domuz gribi elbette bulaşıcı bir hastalık. Fakat hastalığın ölümcül olduğu, çaresinin bulunmadığı yargısı da yanlış. Bu hastalığın diğer griplerden pek farkı yok. Korunma mümkün. Yakalanan birçok kişi de iyi bakımla hastalığı atlatabilir. Nitekim Amerika’da Federal Sağlık yetkililerinin verdiği bilgiye göre çok kısa bir sürede 5,7 milyon kişi domuz gribine yakalanmış ama ölmemiş.
Maliyet hep abartılıyor
2001 yılında kuş gribi çıktığında bunun dünya gelirinde yüzde 3’ten fazla düşüşe neden olacağı, kimilerine göre 1,25, kimi karamsarlara göre de 40 trilyon dolarlık bir maliyet getireceği belirtiliyordu. Hastalıkla mücadelenin bile 1,5 milyar