2001 krizinin sonrasındaydı. Eczacılar Kooperatifi önce Bursa’da, sonra da İstanbul’da birer konferans için beni davet etmişti. Buradaki konuşmalarımda ekonomik krizi ve olası gelişmeleri değerlendirdikten sonra sektörün sorunlarını tartışmıştık.
Hatta bazı önlem ve stratejiler önermiştik. Bunların çoğu yapılamadı. Şimdi de sektör hükümetin aldığı bir kararla darmaduman olacağa benziyor. Türkiye’de bu sektör önemli bir toplumsal araçtır. Örneğin eczanelerde iğne yaptırılabilir. Tansiyona bakılır, hatta gerekirse acil yardım veya pansuman bile yapılır. Yani eczaneler bir tür sağlık ocağı gibi hareket ederler. Nöbetçilik diye bir kavram vardır. Geceleri ve tatillerde hizmet sunarlar.
Bir zamanlar kalfalar vardı
Eskiden eczanelerde ilaç da yapılırdı. Hâlâ da teknik olarak yapılabilir. Fakat şimdi bu tür imalatlar artık yok denecek kadar azaldı... Yasa gereği bir eczane ancak fakülte mezunu biri tarafından yürütülebiliyor. Her yıl bu fakültelerden de binlerle mezun çıktığı için her mahallede bir hatta birkaç eczane oluşuyor.
Bölgede rakip azsa ya da açılan eczane hastane yakınlarında açılmışsa iyi para kazanabiliyor. Ancak aksi takdirde birçok eczane ilaç dışında başta plaj
Üniversite yıllarımda Türkiye’nin hızlı kalkınmasının ve yoksulluğun kaldırılmasının yollarını öğrenebileceğimi düşünürdüm. Hatta Thea Sinclair diye Kalkınma Ekonomisi dersini veren bir hocam bir gün bana dönerek, “Siz gelişmekte olan ülkelerden gelen öğrenciler bizden ülkelerinizin çok hızlı kalkınmasının reçetesini öğreneceğinizi düşünüyorsunuz, ama böyle bir hazır reçete yok” demişti. Çok üzülmüştüm.
Sonralar, toprağı bol olsun, büyük iktisatçı Joan Robinson’un bir kitabının girişinde, kendisinin de bu mesleğe dalışında aynı güdüleri taşıdığını okumuş, ferahlamıştım. Tabii ki toplumlarda her zaman gelir farklılıkları olacaktır. Fakat yoksulluk biz iktisatçıların mücadele etmesi gereken en önemli toplumsal sorundur. Kimileri kalkınmayla beraber yoksulluğun ortadan kalkacağını, en azından salt yoksulluğun yahut açlığın son bulacağını düşünür. Onlara göre ekonomik büyüme sürekli kılınabilse sorun biraz olsun aşılabilir.
İşsizliğin azaltılması gereği
Yoksulluğu besleyen ana etmen ise işsizliktir. Bir ülkede işsizlik çok yoğunsa, aile dayanışması olmadığında, bir de devletin işsizleri koruma sistemi gelişmemişse çok derin bir yoksulluk sorunu yaşanabilir. Ülkemizde bu konuda
Ülkemizde de böylesi müteahhitler vardır. Marka olduklarında ve projeleri oldukça elverişli göründüklerinde satışı yap ar sonra inşaata başlarlar. Bu son derece kârlı bir iştir. Çünkü finansman maliyeti çok düşüktür.
Ancak bazen müteahhit satacağı gayrımenkullerin hızla değer kazanacağını düşünerek ve daha çok para kazanabilmek için önce inşaata başlar sonra satar. İşte bu hem finansman yükü getirir, hem de satışta sıkıntı çıktığında finansman sorunu katlanır. Kaldı ki her proje baştan satılmayabilir de. Bazı alıcılar projenin belli ölçüde ilerlemesini isteyebilir.
Dubai’de son yıllarda olağanüstü bir inşaat gelişmesi olduğu biliniyor. Bu inşaatların kimisi konut, kimisi de işyeri. Zaman içinde Ortadoğu’nun finans, turizm ve organizasyon merkezi olma yolunda ilerleyen bu ülke öylesine hızlı gelişti ki, borç kaçınılmaz oldu.
Satışlar düşünce
Dubai’de satılan gayrimenkuller nedeniyle içeri giren para, yapılan projelere yetmemeye başladı. Fiyatlar da yüzde 30 oranında düştü. Böyle olunca, Batı bankalarına olan yükümlülükler yerine getirilemez oldu. Dubai devletinin toplam dış borcu 80 milyar dolar, ancak tüm bu işleri yapan projeci şirketin (Dubai World) borcu 59 milyar dolara
Olmaz mı, var tabii. Bunların başında da hükümetin araştırma-geliştirmeye yahut bilimsel gelişmeye verdiği önem geliyor. 2002 yılında araştırma-geliştirmeye ayrılan 3 milyar dolarlık kaynakla Türkiye dünyada 24. sırada geliyordu. 2006 yılında ise Türkiye bunu aştı ve 4,9 milyar dolarla dünya 23.sü oldu.
Kişi başına Ar-Ge harcaması 2002 yılında sadece 42 dolardı. Aynı veriyi satın-alma paritesiyle düşündüğümüzde 2007 yılında 93 dolara çıktığını görüyoruz. 2002 yılında Türkiye’de tam zamanlı (eşdeğer) Ar-Ge sektöründe araştırmacı sayısı 24 binken, 2006’da 42 bin kişiyi aşmış. Bu kriter açısından da Türkiye dünyada 24. sıradan 17. sıraya yükselerek en hızlı artış gösteren ülke olmuş. Bu dönemde gerek Ar-Ge harcaması, gerekse araştırmacı sayısı artışı bakımından Türkiye dünyanın en tepedeki ülkelerinden olmuş.
Gelelim bilimsel araştırmalara. 2002 yılında Türkiye’de bilimsel yayın sayısı 10,3 binmiş. 2006 yılındaysa 18,8 bine ulaşmış. Böylece Türkiye dünyada 22. sıradan 19. sıraya yükselmiş. Yani bu dönemde bilimsel yayın artışında üçüncü ülke olmuş.
Uluslararası patent sayısı, 2002 yılında 85 başvuru varken 2007 yılında 355 başvuruya yükselmiş. Yani Türkiye dünyada 30.
Bizim gibi ekonomi yazmak için gazeteye davet edilen bilim adamlarının bayramda işi zordur. Ekonomi yazsa kimse okumaz. Ekonomi dışı yazsa ilgi çekmez.
Bayramların bir kucaklaşma vesilesi olduğu belirtilir. Peki, ülkemizde bu bayramda ulus olarak bir kucaklaşma yaşanacak mı? Ne yazık ki, buna olumlu bir yanıt vermek zor. Çok sayıda çatışmayı bir arada yaşıyoruz. Oysa insanoğlu dünyaya tek bir nedenle gelir, tek bir amaçla yaşar: Mutlu olmak. Yüce Allah da dinleri dünyaya bu amaçla yollamıştır. Üstelik dinler bu dünyanın ötesinde bir ahiret huzuru ve mutluluğu vaadinde bulunur. Peki, neden kimi insanlar birbirlerini hırpalayarak, zedeleyerek mutsuz ediyorlar?
Yurttaşlık kültürü
Hatta şunu da soralım: Türkiye’de insanlar ne denli mutlu? Ülkemizde insanların mutsuzluğunun tek nedeni ekonomik sıkıntılar mı? Ülkemizde bu aşırı düzeydeki çatışma kısacası zarar verme güdüsü nereden kaynaklanıyor?
İşte bunun yanıtı da “civic culture” denilen yurttaşlık kültürünün yahut bilincinin gelişmemesinde yatıyor. Yurttaşlık kültürü bir yandan toplumsal sorumluluk gerektiriyor, diğer yandan da hoşgörü. Modern bir ulus olmanın temelinde bunlar bulunuyor. İngiltere’de öğrenciyken paspal kıyafetli
Geçen hafta İstanbul’da Merkez Bankasının dış ticaretteki yapısal değişimler üzerine bir toplantısı vardı. Burada ihracattaki yapısal değişimler üzerinde duruldu. Bazı sunumlarda ulusal paranın değer kaybettirilmesine dayalı bir dış ticaret politikası sürdürülemeyeceği belirtilince, meslektaşlarımız yine döviz kuru polemiğine girdi.
Tartışmanın odak noktası ihracat. Malum, ihracat 2009 yılı hariç son yıllarda hep arttı. Döviz kurundaki değerlenmeye rağmen. Ancak buradan döviz kurunun önemsizliği sonucunu çıkarmak doğru olmaz. Çünkü ihracatın niteliği sürekli değişiyor ve ithalata dayalı istihdam yaratmayan bir türe bürünüyor. Bunu teknoloji-yoğun ihracat olarak yorumlamak da çok yanlış. Kaldı ki, kurla ithalat arasında da çok ciddi ilişki var.
Çin ve Brezilya örnekleri
İhracatı geliştirmede istenen verimlilik, araştırma-geliştirme ve pazarlama gibi konular elbette önemli. Ama ihracatı güçlü olan Çin’in ulusal parasını değerli hale getirmesi baskılarına karşı nasıl boyun eğmediğini hatırlatalım.
Bir başka örnek ise Brezilya. İhracatı güçlü olan bu ülke olan ulusal parasının değerini sıcak paraya teslim etmedi. Tobin vergisi diye bilinen yükü sermaye girişlerine koyuverdi.
Piyasacı ekonomistlerin en büyük argümanı devlet müdahalesinin ortadan kalkmasıdır. Tuttururlar vergileri düşürün diye. Devletin parayı verimsiz kullandığını savunup dururlar. Ülkemizde de bu çok yoğun söylenir. Şirketlerin aşırı vergi yükü yüzünden yatırım yapamadığı, bunun büyümeyi örselediği, hatta vergi hasılatını bile düşürdüğü söylenir.
İngiltere’de işadamlığı yapan bir dayım vardı. Derdi ki, “Dünyanın neresine gidersen git vergi bir spordur. İşadamları verilmesi gerekeni değil, vermek istedikleri vergiyi verir.” Zamanla gördüm ki, gerçekten vergi yönetimi denen bir ihtisas var. Kimi zaman işadamı vergi veriyor, kimi zaman da bunu azaltmaya çalışıyor. Tabii belli sınırlar içinde.
Laffer haklı çıkmadı
1940 doğumlu Amerikan iktisatçısı Arthur Laffer vergi oranlarının artmasıyla vergi gelirlerinin önce arttığını fakat belli bir noktadan sonra düştüğünü anlatmıştır. Bu tezin daha önce 14. yüzyılda İbn Haldun tarafından öne sürüldüğünü söyleyenler de vardır. Fakat gerçekte muhafazakârların ekmeğine yağ sürmüştür.
Geçenlerde katıldığım bir toplantıda kurumlar vergisinin düşürülmesinin faydaları anlatılıyor, Türkiye’de de vergilerin yüksek olduğundan dem vuruluyordu. Oysa
Lise çağlarındaydım. Erzurumlular gibi çayı kıtlama içmeye çalışıyordum ama şeker yumuşak geliyordu. Urfalı sınıf arkadaşım Mehmet’in babası Hacı Bakır amca (Melik) bunu duymuş, Ankara’da evimize iki çuval kıtlama şeker yollamıştı. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Zaten rahmetli babam çayı şekersiz içerdi. Şeker sert olduğundan toz hale getirmesi de zordu. İki çuval bizi ve komşuları aylar götürdü.
Bir ay kadar önce önüme Şeker-İş sendikası tarafından hazırlatılmış bir rapor gelmişti. Rapor özetle Türkiye’de şekerin pahalı olduğu iddiasının doğru olmadığını anlatıyordu. Pazar günü de Hürriyet’te şeker haberi vardı. ABD Gıda devi Cargill’in murahhas üyesi dünyada en pahalı şekeri yediğimizi, bunun zarara neden olduğunu belirtiyordu. Acaba hangisi doğruydu?
Devlerin dansı
Önce Cargill’in iddialarını özetleyelim. Türkiye’de pancar üreticisini korumak için kota uygulanıyor. Bunun sonucunda Türkiye’de fiyatlar aşırı düzeylere yükseliyor ve şekerin tonu 1200 dolara kadar çıkıyor. İran ve Irak’tan ithalat yapılıyor ve 100 milyon dolara yakın para kamış bazlı şekere gidiyor. Hal böyle olunca Türkiye’de 4-5 firmanın faaliyet gösterdiği rafinasyonda kapasiteler düşüyor. Örneğin, sektörün