Doğada her şeyin bir su ayak izi var. Mesela 1 kilogram sığır etinin sofranıza gelmesi için en az 15 bin litre suya ihtiyaç var. Bir fincan sade kahvenin son kullanıcıya kadar geçirdiği süreçte gereken su miktarı 140 litre
Kışlıkları çıkarmadan kışı yarıladık. Palto-kazak satamayan tekstilciler stok eritmek için indirim üstüne indirim yapıyor. Birçok kayak merkezi kar yağmadığı için açılmadı. Barajlar S.O.S veriyor ve bahara tarımsal kuraklık endişesiyle yaklaşıyoruz. Nihayetinde dünyanın en sıcak ikinci yılını geride bıraktık. İlk 15 gününe bakılırsa 2018’de de benzer bir tablo bizi bekliyor. İşte Avustralya. Yazı yaşıyor. Asfalt eriten sıcaklar binlerce yarasayı öldürmüş.
Yeterli suyumuz var mı?
Yetkililer de durumun farkında. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun “Son 44 yılın en kurak yılını geride bıraktık” açıklaması hâlâ tazeliğini koruyor. Birkaç ay içinde etkili kar ve yağmur gelmezse baharda işimiz zor gibi gözüküyor. Susuzluk tehdidi kapımızda. Aslında su kıtlığı sadece kurak dönemler için geçerli bir risk de değil. Dünya Ekonomik Forumu’nun Risk Raporu’na göre dünyadaki en önemli 3 riskten biri zaten. Halihazırda, dünya nüfusunun beşte biri su sıkıntısı içinde.
Beyşehir Gölü ve havzasında nesli tehlike altında olan 14 canlı türü var. Tehlikeye dikkat çeken Doğa Derneği’nin talebi bu türlerin son yaşam alanı olan su kaynaklarının etkili bir şekilde korunması
"Beyşehir’de panda mı olur?” demeyin! Yok tabii ki. Ama aynı panda gibi nesli tehlike altında olan 15 canlı türü var Beyşehir Gölü ve havzasında. Pardon 14. Çünkü; o türlerden Göğce Balığı (Alburnus Akili) için artık çok geç. Uzmanlara göre, nesli tamamen tükendi. Bilim insanları, göldeki diğer 12 türün akıbetinin de yakın zamanda “Göğce Balığı”na benzemesinden endişe ediyor. Peki bu yok oluş neden?
Tahmin ettiğiniz gibi; bizim yüzümüzden. Özellikle de ‘80’li yıllarda av için göle aşılanan etçil balık türlerinden. Başta “Sudak Balığı” olmak üzere etçil türler, bu 15 otçul türü yemeye başlayınca “gölün pandaları”nın popülasyonu hızla azalmaya başlamış. E tabii insanoğlu bununla yetinir mi? Üstüne bir de tarım için gölden su çekmiş, balık avlamak için elektroşok kullanmış ve atıklarını bırakarak gölü kirletmiş.
Sit havzasından su çekiliyor
Gelinen noktada Beyşehir Sirazı, Kızılkanat, Yağ Balığı, Kaya Balığı, Taş Isıran, Ot Balığı, Cüce Siraz’ın da arasında olduğu 14 endemik tür, gölü
Ekolojik yıkım her geçen yıl daha da artıyor. Mesela 20 yıl önce dünyanın kaynakları o yılın eylül ayına kadar insanlığı idare ediyordu. Geçen yılın limiti aşım günü 8 Ağustos’tu. Kuvvetle muhtemel dünyanın biyolojik kapasitesi, yeni yılda ağustosa kadar bile yetmeyecek
Bu akşam geri sayım var. 10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1..... Veee hoş geldin 2018... Sevincinizi kursağınızda bırakmak gibi olmasın ama tam 152 gün önce “Hoş geldi” zaten 2018. Nasıl mı?
Şöyle ki, 2 Ağustos 2017’den beri 2018’in biyolojik kaynaklarından yiyoruz. Çünkü yerkürenin insanlığa sunduğu bir yıllık doğal kaynağı 2 Ağustos itibarıyla tamamen tükettik.
3 Ağustos 2017 gününden bugüne de yeni yıldan aldığımız ekolojik borçla yaşıyoruz.
Daralan bütçeyle ay sonunu getirmeye çalışanlar, bu duruma hiç de yabancı değil. Hep bir sonraki aydan yenir ya, aynen öyle... Yılbaşı eğlencesi için kredi çekip bu borcu 2018’de ödediğinizi düşünün. Epeydir, “Ekolojik Ayak İzi”nde de durumumuz bu. Zira bugünkü gibi tüketmeye devam edersek doğal kaynaklar açısından 1.7 dünyaya ihtiyacımız var.
İşin kötüsü, ekolojik yıkım her geçen yıl daha da artıyor. Mesela 20 yıl önce dünyanın kaynakları o yılın eylül ayına kadar insanlığı idare
Alıcı üreticiyi biliyor, tanıyor. Zaman zaman buluşup köyde tarlayı, üretim alanlarını ziyaret ediyor. Kullandığı tohuma, gübreye, ilaca bakıyor. Taleplerini de direkt çiftçiye iletiyor Tüm bu sürece de “TDT”, yani “Topluluk Destekli Tarım” deniliyor
TDÜ, TDT, KOS, YDO... Durun, durun hemen bu kısaltmalar da neyin nesi demeyin... Anlatacağım. Bunlar, gıdada yeni bir hareketin dili. Çoğumuz aşina değiliz ama yaşadığımız semtlerde küçük gruplar epeydir bu dille konuşuyor.
Mesela “TDÜ” diyorlar... Yani “Topluluk Destekli Üretici”. Alıcılarıyla bir nevi ön sözleşme yaparak ekim yapan çiftçi anlamına geliyor. Bu, köydeki çiftçinin ektiği domatesin, patlıcanın; süzdüğü balın, yaptığı tarhananın kim tarafından ne kadar alınacağını önceden bilmesi demek. Ona göre üretimini planlıyor, tarlasını, tezgahını bu plan doğrultusunda hazırlıyor.
Üreticiyi denetliyor
Tabii, alıcı da üreticiyi biliyor, tanıyor. Zaman zaman buluşup köyde tarlayı, üretim alanlarını ziyaret ediyor. Kullandığı tohuma, gübreye, ilaca bakıyor. Taleplerini de direkt çiftçiye iletiyor. Ürünü hangi tohumdan istediğini, peynirin nasıl olması gerektiğini, salçayı ne tür biberden tercih ettiğini anlatıyor. Tüm bu sürece de TDT,
“Ufak Tefek Cinayetler”i izlerken, ekran başındakilerin büyük çoğunluğu arama çubuğuna “Pestisit nedir?” yazmış. Yarattığı merak ve farkındalık için dizinin senaristlerini kutlamak lazım
Google’ın 2017 arama trendlerinde en şaşırtıcı sonuç “pestisit”in liste başı olmasıydı. İlk duyduğumda ‘Halk bilinçleniyor’ diye içimden geçirdim. “Zaten son dönemde gıdaya yoğun bir ilgi var; bu sonuç da sağlıklı gıda ve beslenme kültürüne yönelik arayışın etkisidir” diye düşündüm. Hatta pestisitle ilgili iki yazı yazdım diye sonuçtan kendime pay bile çıkarıyordum ki bu ilginin nedeninin “Ufak Tefek Cinayetler” dizisi olduğunu öğrendim.
İlaç diyoruz ama...
Öyle ya dizi çok popüler. Haliyle pestisiti de popüler yapmış. ‘Pestisit’ ilk olarak dizinin 3. bölümünde geçiyor. Kadın doğum uzmanı Oya (Gökçe Bahadır), hormon tedavisi için kliniğine gelen zengin ve şımarık arkadaşı Merve’yi (Aslıhan Gürbüz) zehirlemek için asistanından ‘pestisit’ istiyor. Niyeti, hormon yerine pestisit zerk ederek yılların intikamını alıp Merve’yi öldürmek. Amaç ilk başta böyle yansıtılsa da pestisit siparişinin sadece korkutma amaçlı olduğu 4. bölümde anlaşılıyor. İşin özeti bu.
İlgili sahnelerde pestisite dair bilgiler de
Önümüzdeki hafta Yerli Malı Haftası. Eskiden okullarda kutlardık. Herkes memleketine, yöresine has ürünleri tanıtırdı. Hâlâ kutlanıyor ama zamanla içeriğinden biraz saptı. Bir nevi “sınıfta altın gününe” döndü.
Neyse ki millilik ve yerlilik yine çok gözde. Politikacıların sürekli dilinde: Milli silah, yerli otomobil, milli havalimanı, yerli enerji, milli duruş... Niyet ve söylem böyle ama pratik çok farklı. Birçok alanda maalesef dışa bağımlıyız. Otomobil öyleydi, bilgisayar çıktı öyle oldu, cep telefonlarında yine aynı tablo. “Yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı” diyerek büyüttüğümüz nesiller, 2 yıllığına borçlanarak “store”lar önünde telefon kuyruğuna girer oldu.
“Çoban bulamıyoruz”
Tabii, bu durumun teknolojiyle sınırlı kalmayıp gıdaya sirayet etmesi “yerli üretim” duyarlılığını iyiden iyiye artırdı. İşte et. İthal ete muhtaç hale geldik. Çünkü, “milli et”i devşirmeye çevirdik. Önce yemi, ardından da hayvanın kendisini yurtdışından almaya başladık. Yetmedi, çobanı da ithal ettik. Anadolu’da hayvanlara artık Afgan, Özbek ve Kırgızlar bakıcılık yapıyor. Çünkü, ahali ya işi ya da parasını beğenmiyor. Besiciler, “4-5 bin lira maaşa çoban bulamıyoruz” diyor.
Kasaplar
Geride bıraktığımız ayın en önemli gelişmesi Rusya kaynaklıydı. Hayır, Soçi’deki Suriye zirvesi değil. Ülkenin denetim ajansı Rosselkhoznadzor’un Türkiye’den gelen 23 ton tavuk etini aşırı antibiyotik nedeniyle geri çevirmesi zirveden daha mühimdi
Rusya’nın denetim ajansının Türkiye’den gelen 23 ton tavuk etini aşırı antibiyotik nedeniyle geri çevirmesi ilk değil. Geçtiğimiz yılın ocak ayında da Türkiye’den giden 23 ton tavuk eti için imha veya iade kararı almıştı Rusya. O partide yapılan analizde izin verilenden 1.8 kat daha fazla “oksitetrasiklin” tespit edilmişti. Bizdeki kaynaklarda yer almadı ama bu seferki analizde ise aşırı oranda “doksisiklin” bulunmuş. Rus kaynaklara göre laboratuvar analizinde çıkan doksisiklin oranı izin verilen maksimum seviyesinin iki katından fazla.
Hem oksitetrasiklin hem de doksisiklin, ‘tetrasiklin’ grubu bir antibiyotik. İnsanda ve hayvanda tedavi amaçlı kullanılıyor. Hayvancılıkta tedaviye ek olarak büyümeyi hızlandırma amaçlı kullanımı da gündeme gelince AB kurulları devreye girerek yetiştiricilikte kullanımına sınırlamalar getirdi.
Bundan yaklaşık 10 yıl önce “tetrasiklin” grubu antibiyotiklerin sadece hastalık halinde, veteriner gözetiminde
Aslında her şey çok güzel başlamıştı... Hasat dönemi bol ürünle açılmış, birkaç gün sonra da AB’nin “Coğrafi İşaret Tescil Belgesi” gelmişti. Bu belgeyle kayısı artık resmen “Malatya Kayısısı” olmuş, endemik bir ürüne dönüşmüştü. Gelecek, kayısı üreten çiftçi için artık daha aydınlık olacaktı. Kayısı, ekonomik değerini katlayacak, bölge insanı da bu artıştan payını alacaktı.
Peki ne oldu? İki ay sonra kayısı üretilen ilçelerden birinin ziraat odası başkanı çıktı, “Kayısı para etmiyor, üretici ağaçlarını kesmeye başladı” açıklamasını yaptı. İş, bir anda mutlu aile tablosunun ilerleyen sahnelerde dağıldığı Türk filmine döndü.
Oda başkanı kesilen ağaç sayısının 2 milyonu bulacağını söylüyor. Bölgede 8.5 milyon kayısı ağacı olduğu düşünülürse bu oldukça yüksek bir rakam. Bakanlık teşkilatı ise kesimlerin yaşlı ağaçları kapsadığını ve sayının 250 binlerde kalacağını açıkladı.
“Sürekli aracılar kazanıyor”
“Sarı altın”ın sıçrama yapacakken irtifa kaybetmesi aslında Türkiye tarımının kronik bir sorunundan kaynaklı. Çünkü, şehirlerde el yakan tarım ürünleri tarlada para etmiyor. Çiftçi değil; aracı, mübadeleci, tüccar kazanıyor. Hem de çiftçinin emeğinin onda birini bile göstermeden.
Oda