Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü teknikeri Mustafa Akça’nın Samsun’da fotoğrafladığı gri başlı kız kuşu, kayıt altındaki kuş türü sayımızı 483’ten 484’e çıkardı. İşte o fotoğrafın öyküsü...
Pek alışkın değiliz ama mart ayının ilk günleri, ülkemiz doğası adına sevindirici bir gelişmeye sahne oldu. Samsun’da varlığı tespit edilen ‘Uzakdoğulu’ gri başlı kız kuşu, kayıt altındaki kuş türü sayımızı 483’ten 484’e çıkardı. Kuş camiasında adeta bomba etkisi yaratan bu gelişme, korunması halinde Anadolu coğrafyasının nasıl bir hazineye dönüşebileceğini de kanıtladı.
Bu keşfin sahibi ise doğayı korumak için çalışan bir devlet memuru. Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü teknikeri Mustafa Akça. Akça, görev yeri olan Kızılırmak Deltası’nda fotoğraflamış gri başlı kız kuşunu (Vanellus cinereus). Bakanlık da, onun objektifinden yansıyan görüntülerle duyurdu zaten haberi. O fotoğrafı çektiği günden beri, adeta tebrik yağıyor Akça’ya. Çünkü ‘Kuşcular’ için gri başlı kız kuşunun Türkiye’de görülmesi ve fotoğraflanması inanılması çok güç bir gelişme. Öyle ki, fotoğrafın çekildiği günün ertesi 40’tan fazla kuş gözlemcisi ve doğa fotoğrafçısı gelmiş deltaya. Pazartesi günü
Deniz Kaplumbağaları Araştırma Merkezi ölü bir yeşil deniz kaplumbağasının midesinden çıkan poşet, ambalaj ve misina parçalarının görüntüsünü paylaştı.
Görmüş olduğunuz fotoğraf bir hayvan nekropsisine ait. Ölü bir yeşil deniz kaplumbağasının midesinden çıkanlara bakıyorsunuz. Poşet, ambalaj ve misina parçaları... Yemek diye yutmuş yavru kaplumbağa bu plastik atıkları. Aslında ortalama yaşam süresi 150 yıl. Ama henüz 5’li yaşlarında hayatını kaybetmiş. Bu fotoğraf, yeryüzünün en tehlikeli türü; insanın, kaplumbağaların ölümündeki parmak izinin kanıtı. Ve maalesef nadir rastlanan bir görüntü de değil.
Dalyan’daki Deniz Kaplumbağaları Araştırma Merkezi görevlileri bu görüntüye alışık. Son bir yılda 100’den fazla ölü kaplumbağanın mide ve bağırsaklarından bu tip atıkların çıktığını söylüyor DEKAMER Müdürü Prof. Dr. Yakup Kaska:
“Ama bu denli küçük bir bireyden bu kadar çok parça çıkmasını biz de garipsedik. Bu hayvan aslında otçul. Deniz çayırlarıyla besleniyor ama o tür bitkileri yemesine rağmen bu kadar plastiğe maruz kalması bizi şaşırttı. Yoksa zaten, deniz anası yiyen bir kaplumbağanın, plastik poşeti deniz anası zannederek yediğini biliyoruz. Plastik atıklar, ciddi sayıda ölüme
Aydın, insanlığın geleceği adına kaygı veren büyük bir arı kıyımına sahne oldu. Olağan şüpheli ise; “tarım ilacı” olarak lanse edilen pestisitler.
Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanın sadece 4 yıl ömrü kalır”... Aydın’da geçtiğimiz günlerde yaşanan kitlesel arı ölümü, hemen Albert Einstein’ın bu veciz öngörüsünü akıllara getirdi. Çünkü gerçekten de Aydın, insanlığın geleceği adına kaygı veren büyük bir arı kıyımına sahne oldu. Milyonlarca arının yok olduğu bir yıkım söz konusu. Olağan şüpheli ise; “tarım ilacı” olarak lanse edilen pestisitler.
Zaten pestisitler epeydir, arı ölümlerinin baş sorumlusu olarak görülüyor. Özellikle “Neonikotinoid” sınıfındaki böcek zehirleri... Arıların merkezi sinir sistemine toksik etki yapan neonikotinoidlerin arı popülasyonunu sona erdirmesinden endişe ediliyor. Yersiz de değil bu endişe. Araştırmalar, neonikotinoidlerin bağışıklık sistemini çökertmek, kovana dönüş ve gıda bulma gibi davranışları bozmak gibi etkilerle “Koloni Çöküş Sendromu”na neden olduğunu ortaya koyuyor. Daha da kötüsü, bu zehirlerin tek uygulamadan sonra bile aylarca hatta yıllarca toprakta kalabilmesi. Uygulamadan 6 yıl sonra bile odunsu bitkilerde, ölçülebilir düzeylerde
Gaziantep’te bir grup kadın çiftçinin başlattığı Hindistan kökenli bitki moringa üretiminde yüzler gülüyor.
Buğdayın anavatanındayız ama ekmeğimiz ithal buğdaydan. Kuru fasulye milli yemeğimiz. Ama fasulye milli değil. Yeterli miktarda üretemediğimiz için artık pilavın üzerine Kanada fasulyesi koyuyoruz. Pirincin de ithal olduğunu söylemiyorum bile. Mısır öyle, arpa öyle, ayçiçeği öyle... Biz, verimli topraklar üzerinde yaşayıp temel gıda ürünleri için milyonlarca dolar öderken, Konya kadar Hollanda tarım ürünleriyle dünyayı doyuruyor. Topraklarının çoğu deniz seviyesinin altında ama dünyanın en büyük sebze ihracatçısı olmayı başardılar. Sütte 3, ette dünyada 4’üncüler ve tarım ürünlerinden yıllık 100 milyar dolar gelir elde ediyorlar. Peki nasıl? Hedef koyarak, bilgi üreterek, teknolojiyle, araştırma ve geliştirmeyle. Bugünü, yıllar öncesinden planladıkları için şimdi ABD gibi bir devin ardından tarımda 2. sıradalar.
Antep’te mucize yarattı
Maalesef bizdeyse planlama ve araştırma aşamaları hep sorun ortaya çıktığında gündeme geliyor. Çoğunlukla da çare, sorunu daha da derinleştirecek kısa süreli çözümlerde bulunuyor. Neyse ki bazı sevindirici gelişmeler de yaşanmıyor değil.
Yoğurt probiyotik mi? Besinlerden alınacak probiyotik yeterli mi? İç Hastalıkları ve Gastroenteroloji uzmanı Prof. Dr. Tarkan Karakan’la probiyotik konusunu masaya yatırdık.
Sağlık sektörleşti, bilginin sağlığı bozuldu. Artık sağlıklı kalabilmenin ilk şartı, doğru bilgiye ulaşmak. Maazallah, akıntıya bir kapılırsak kendimizi, şifacıların, mucize vadeden baharatçıların ya da telomercilerin kapısında bulmak işten bile değil. Sonuçta, bel fıtığı tedavisi için rot balansçıya gidilen bir ülkede yaşıyoruz. Dolayısıyla, sağlık alanındaki bilgiye temkinli yaklaşmak önemli. Moda ve trende dönüştürülen beslenme reçetelerinde de durum farklı değil. Gıda-sağlık ilişkisi popülerleştikçe, her yanı mucizevi kürler sardı. Artık plazalarda adım sayıp, öğle yemeklerinde salata yiyerek içimizi ferah tutmak mümkün değil. Gün geliyor ayurvedik beslenmeme pişmanlığını yaşıyorsunuz, an oluyor probiyotik besinler tüketemediğinize yanıyorsunuz. Haliyle, kafamız karmakarışık. Gelin karmaşayı gidermek için bir adım atıp, şu ‘probiyotik’ meselesine bir el atalım. Tabii sözü uzmanına, İç Hastalıkları ve Gastroenteroloji uzmanı Prof. Dr. Tarkan Karakan’a bırakarak.
Mide asidini geçemez
Kendisi Probiyotik
Bal markası Eğriçayır’ın sahibi Celal Çay, Toroslar’ın eteğindeki arı kovanlarıyla ilgilenecek görevli bulamamaktan yana dertli. Üstelik aradığı eleman günde sadece 4 saat çalışıp petekleri kontrol edecek ve 3 bin lira maaş alacak.
İstanbul’a özgü müdür bilinmez ama doğaya kaçma özlemi son dönemde neredeyse herkesin dilinde. Aile buluşmalarında, dost meclislerinde konu dönüp dolaşıp kaçıp gitmeye geliyor. Tabii herkesin çıpası olan bir “ama”sı var. En çok da “Ne iş yapacağım?” sorusu oluyor o çıpa. Ama bazen kırsalda şehirdekinden daha iyi iş imkanları çıkabiliyor.
Buyurun Silifkeli bir bal üreticisine kulak verelim: “Kovana bakacak çalışan bulamıyoruz. Doğada yaşamayı beğenmiyor şimdiki gençler. 1-2 gün kalıyorlar. Sonra ‘Çok sıkıldım burada’ diye işi bırakıyorlar. Telefon ve televizyon yok diye sıkılıyorlarmış.” Bu sözler, Eğriçayır markasını yaratan Celal Çay’a ait. O da şehirde yaşarken çareyi kırsalda bulanlardan aslında. Çok uluslu bir şirkette mühendis olarak çalışırken istifa edip geleceğini baba mesleği arıcılık üzerine inşa etmiş. Kısa sürede de başarılı olmuş. Eğriçayır markasıyla 2011’de İtalya’da Organik Bal Yarışması’nda bronz madalya aldıktan sonra da işler büyümüş.
GDO’yu Türkiye’ye sokan BESD-BİR’e, neden sürekli yeni GDO çeşitleri için ithalat izni istediğini sordum
Türkiye’de Genetiği Değiştirilmiş (GD) 36 tür mısır ve soya çeşidi var. Bunlar, büyük oranda tavuk çiftliklerinde kullanılıyor. Mevzuata göre, GDO’lu bir çeşidin direkt gıda amaçlı kullanımı suç. Tespiti halinde hapis cezası var. Ancak, özellikle soyanın gıdaya bulaştığına dair ciddi endişeler söz konusu. Önceki Tarım Bakanı Faruk Çelik de soyalı bazı gıdalarda GDO tespit edildiğini açıklamıştı.
Peki GDO Türkiye’de neden var? Tavuğu besleyebilmek için. Tavuk yemlerinin iki ana maddesi soya ve mısır. Türkiye’nin soya üretimi, 160 bin ton. İhtiyacı ise, 3 milyon ton. Mısırda üretim 6 milyon, ihtiyaç 7 milyon ton. Aradaki devasa fark, ithalatla kapatılıyor. Dünyadaki soya üretiminin yüzde 98’inin GD’li çeşitlerden olduğunu düşünürseniz GDO’nun nasıl bir kaçınılmaza dönüştüğünü görebilirsiniz. Bu tablo yeni de değil, 10-15 senelik bir mazisi var.
Üç yeni GDO çeşidi
Ve bu tablodaki en önemli aktör Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği (BESD-BİR). Türkiye sınırlarına GDO BESD-BİR’in talebiyle giriş yapıyor. Dernek ithalat izni için Biyogüvenlik Kurulu’na başvuruyor,
Çatı tipi güneş enerjisinde bu hafta çok ama çok önemli bir gelişme yaşandı. Artık herkes çatısından topladığı güneşi, elektriğe çevirip, faturasından düşebilecek. Bunda, Sinoplu Kezban Teyze’nin payı yadsınamaz...
İklim değişikliğinin de baskısıyla dünyada ciddi bir enerji rönesansı yaşanıyor. Birçok Avrupa ülkesi 2020 hedefine şimdiden ulaştı bile. Artık, rüzgar eken fırtına değil elektrik biçiyor. Güneşi içenler, türkülerini yazıyor. Türkiye de bu rönesansı yakalamaya çalışan ülkelerden. Öyle güzel portreler var ki bu çabada, geleceğe dair büyük umut aşılıyorlar. Onlardan biri, belki de en dikkat çekeni Sinop Gerze’nin Gürsökü Köyü’nden 59 yaşındaki Kezban Karaman. O, mikro GES’çilerin (Güneş Enerjisi Santrali) “Kezban teyze”si. Tek başına büyük bir lobi gücü var. Heyecanı, girişkenliği ve samimiyetiyle her kapıyı açtırıyor. Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na davet edilecek, enerji kongresinin “onur konuğu” olacak kadar etkili bir portre o. Güneş enerjisi hikayesi ise Almanya’da başlıyor.
Devletin zirvesine ulaştı
Almanya’da yaşadığı yıllarda, halkın güneşten, rüzgardan elektrik üretip kullandığına, fazlasını da şebekeye sattığına tanık oluyor. “Bizde niye olmasın?” diyerek Gerze’deki