Aslında her şey çok güzel başlamıştı... Hasat dönemi bol ürünle açılmış, birkaç gün sonra da AB’nin “Coğrafi İşaret Tescil Belgesi” gelmişti. Bu belgeyle kayısı artık resmen “Malatya Kayısısı” olmuş, endemik bir ürüne dönüşmüştü. Gelecek, kayısı üreten çiftçi için artık daha aydınlık olacaktı. Kayısı, ekonomik değerini katlayacak, bölge insanı da bu artıştan payını alacaktı.
Peki ne oldu? İki ay sonra kayısı üretilen ilçelerden birinin ziraat odası başkanı çıktı, “Kayısı para etmiyor, üretici ağaçlarını kesmeye başladı” açıklamasını yaptı. İş, bir anda mutlu aile tablosunun ilerleyen sahnelerde dağıldığı Türk filmine döndü.
Oda başkanı kesilen ağaç sayısının 2 milyonu bulacağını söylüyor. Bölgede 8.5 milyon kayısı ağacı olduğu düşünülürse bu oldukça yüksek bir rakam. Bakanlık teşkilatı ise kesimlerin yaşlı ağaçları kapsadığını ve sayının 250 binlerde kalacağını açıkladı.
“Sürekli aracılar kazanıyor”
“Sarı altın”ın sıçrama yapacakken irtifa kaybetmesi aslında Türkiye tarımının kronik bir sorunundan kaynaklı. Çünkü, şehirlerde el yakan tarım ürünleri tarlada para etmiyor. Çiftçi değil; aracı, mübadeleci, tüccar kazanıyor. Hem de çiftçinin emeğinin onda birini bile göstermeden.
Oda Başkanı Mehmet Başar’a soruyorum; “Kayısıyı çiftçi kaça satıyor” diye; “Bu sene verim çok fazlaydı. Böyle olunca yaşın kilosu 1 lira, kurunun 5 liraya kadar düştü. Yeni yeni 7-15 liraya doğru yükseliyor..” Ama İstanbul’da markette kilosu 35 lira deyince de başlıyor anlatmaya: “Biz fiyatı alamıyoruz, sürekli aracılar kazanıyor. Aracıların yaptığı da sadece depolamak. Kayısıyı toplayan, kükürtleyip kurutan ve çekirdeğini çıkaran hep üretici. Aracı çiftçiden alıyor, kâr koyup fabrikaya satıyor, fabrika ürünü paketleyip kârını koyup dağıtıcıya veriyor. Dağıtıcı da kârını koyup markete satıyor. Kârsız eli keserler. Tüketiciye gelene kadar 4-5 kez kâr biniyor.”
Ziraat Mühendisleri Odası Malatya Şubesi Başkanı Orhan Gündüz de tabloyu tanık olduğu bir sahneyle özetliyor: “Burada Şire Pazarı vardır. Çiftçi ürününü orada satar. Orada esnafın kayısıyı yan komşusuna, onun da yanındaki komşusuna sattığına tanık oldum. Bölgede mübadeleci olup, vergi vermeyen, hiçbir kaydı bulunmayanlar var. Devlet bunu engellemeye çalışıyor ama başarılı olunamıyor. Maalesef tarım ürünlerinin pazarlama zinciri çok uzun ve denetimsiz. Masraflarını hasat döneminde karşılama gücü olup ürününü bekletebilen çiftçi ancak fiyat yükseldiğinde satış yaparsa para kazanabiliyor.”
Kokoreç mutlu eder mi?
Yavuz Dizdar, mevcut gıda ve sağlık sistemini sorgulayan hekimlerin başında geliyor. Eleştirel görüşleriyle toplumda farkındalık yaratırken, zaman zaman endüstriyi rahatsız ettiği kesin. Kokoreç yemenin mutluluk vereceğini savunduğu son açıklaması da oldukça çarpıcı. Önemli bir savı gündeme getiriyor Dr. Dizdar; “Kokoreç tüketimiyle insana sirayet edecek hayvan bağırsağı florası bazı hastalıkların tedavisini olumlu etkileyebir.”
“Faydadan çok risk yaratır”
Bunu bağırsak mikrobiyatasına yönelik önemli çalışmalar yapan Gastroenteroloji uzmanı Prof. Dr. Tarkan Karakan’a sordum. Hoca, Dizdar’la aynı görüşte değil; “Flora aktarımı olup olmadığına dair bilim dünyasında net bir bilgi yok. Ama olma ihtimali düşük. Çünkü kokoreç hem pişiriliyor hem de mide asidimizden geçmesi zor. Mide asidi bunları parçalayabilir. Olması muhtemel olan şey antibiyotiğe dirençli bakterilerin kokoreç yoluyla bizim bağırsak floramıza geçmesi. Çünkü hayvan yetiştiriciliğinde antibiyotik kullanımı olduğunu biliyoruz. Kokoreçi çok tüketmek faydadan çok böyle bir risk yaratabilir. Bir de ‘Kokoreçte serotonin var mutluluk verir’ gibi şeyler söyleniyor. Öyle bir şey olmaz. Serotoninin hayvan bağısağında olup da insana geçip mutluluk vermesi söz konusu değil. Kokoreç yemek sağlıklı mı derseniz? Çok nadir tüketilmesinde bir sakınca yok diyebilirim.”