Herkes 100 yıl yaşama derdinde. “Omega”lar, “Q”lar, “Beta”lar havada uçuşuyor. Türlü türlü vitaminler, antioksidan deposu drajeler... Ama maalesef her madde amaca uygun etki göstermiyor.
Gıdanın endüstriyelleşmesiyle başlayan doğala dönüşte işin ucu kaçtı. Her gün yeni bir gıda takviyesi reklamı çıkıyor karşımıza.. “Omega”lar, “Q”lar, “Beta”lar havada uçuşuyor. Türlü vitaminler, antioksidan deposu drajeler, “mucize otlar”, kanser düşmanı ginsengler, ekinezyalar, bitkiler... Tabii bu trendi fırsata çevirenlerin bir bölümü de açık açık toplum sağlığıyla oynuyor. Bunu, “bitkisel ve doğal” etiketiyle satılan ilaçları tüketenlerin ölümleriyle acı şekilde yaşıyoruz.
İşte geçen hafta yazdık; Propolisin içinden viagranın etken maddesi çıkmış! Oysa ki, insanlar ‘kanserden korusun’ diye satın alıyor. Bu ne kadar gerçek o da tartışılır. Propolisin meme kanserli hücreye karşı etkisini araştıran İ.Ü. Deneysel Tıp Enstitüsü’ndeki ekipten Dr. Neslihan Işık Saygılı bakın o araştırmayı nasıl anlatıyor:
Direkt etkisi yok
“Laboratuvar ortamında belirli sayıda hücre ölümünü göstermek maalesef bir kanser ilacı ürettiğimiz anlamına gelmiyor. Öncelikle biz bir bitki ya da ekstratı yediğimizde bu maddeler
3’ü Arjantin ve Çin, 5’i İstanbul kökenli olmak üzere 8 adet propolis örneği üzerinden yapılan araştırma gösteriyor ki bu 8 örnekten sadece 1’i kansere karşı etkin bileşene sahip...
Bu köşedeki “propolis” yazısına epey geri dönüş geldi. Maillerin hatırı sayılır kısmı da tavsiye, ürün veya markaya yönelikti. Belli ki propolise ilaç gözüyle bakılmaya başlanmış. Tavsiye talep eden okurların bir bölümü kanser tedavisi gördüklerini ve doktor önerisiyle propolis kullandıklarını da belirtiyor. Bu açıdan tıbbi farmakologların, enstitülerin ve ilaç sanayisinin propolise yönelik daha kapsamlı çalışma yapması şart.
Mevcut çalışmaların söylediği şu: Propolis, sahip olduğu fenolik bileşenlerden dolayı antimikrobiyal bir etki gösteriyor, bağışıklık sistemini güçlendiriyor ve kanser oluşumunu baskılıyor. Propolisin metabolizmayı koruduğu açık ama hangi ürünün ne derecede koruduğu çok büyük bir soru işareti. Çünkü propolis aynı bal gibi... Hem içeriği değişken hem de sahteciliğe çok açık. Bileşimi olağanüstü değişken çünkü üretildiği coğrafik menşeiye haiz kimyasallar içeriyor. Yani, Kore propolisinin bileşenleri farklı, Brezilya’nınki farklı. Anadolu propolisi ise bambaşka. Birinde yetersiz olan
Et son dönemin en sıcak konusu. Ne yapılırsa yapılsın fiyatlar bir türlü düşmüyor. Hal böyle olunca da sofralarda etin kapladığı yer her geçen gün küçülüyor. Siyaset kurumu da epeydir etle meşgul ama görünen o ki bu yara ithalat pansumanıyla kapanacak gibi değil. Bugünkü durum aslında 1990’lı yıllardan beri süregelen yanlış politikaların bir sonucu. Neydi onlar; kırsal kalkınma yerine kentlerin çekim merkezine dönüştürülmesi, meraların boşaltılması, teşviklerin kesilmesi, ithalatın önünün açılması ve yem bitkilerine yönelik desteklerin kaldırılması… Sonuç; Angus ithali. Yetmedi, Sırbistan’a 5 bin ton et siparişi. Hatta sektördekiler ithal ettiğimiz canlı hayvanları bile yeterli derecede besleyemediğimizi söylüyor. Gelinen süreçte hayvancılık en kırılgan sektörlerden biri haline geldi.
Büyükbaşa kötü haber
Ve anlaşılan çok daha zor günler bizleri bekliyor. Çünkü küresel ısınma, “et meselesi, ot meselesidir” mottosunu daha da acımasızlaştıracak. Sonuçta et, ota yani yeme bağımlı. Yem de büyük oranda ithal ve pahalı. Birçok Avrupa ülkesinde hayvanlar yüzde 90 oranında mera ve otlaklarda beslenirken, bizde bu oran yüzde 10’larda. Besleyiciler konsantre yem kullanıyor ve bunun içeriğinin
Akın var / güneşe akın! / Güneşi zaptedeceğiz / güneşin zaptı yakın!”
Yazıya, Nazım Hikmet’in bu eşsiz dizeleriyle başlamamın nedeni “Güneşi İçenlerin Türküsü”nün metaforu “güneş”e yönelik ilgi. Gerçekten de şimdilerde güneşe adeta akın var. Özellikle de Çin, Japonya, ABD ve AB ülkelerinden... Nedeni, fosil yakıt kaynaklı karbon kirliliğinin artık dünyayı boğuyor olması... İronik olan güneş enerjisi yatırımında başı çekenlerin dünyayı en çok kirletenler olması. Küresel ısınma ürkütücü hale gelince çareyi yüzlerini güneşe çevirmekte buldular çünkü. Rüzgar, biyoyakıt, jeotermal ve dalga da keza öyle... Umut, yenilenebilir enerji kaynaklarında.
Dünyada durum ne?
Mesela AB... 13 yılda kıtada, yenilenebilir enerjiyi yüzde 100 artırdı. Birliğin 2020 hedefi, tükettiği enerjinin yüzde 20’sini yenilenebilir kaynaklardan sağlamaktı. Enerji rönesansıyla bu hedefe şimdiden çok yaklaştılar. Geçen yıl sonu itibarıyla yüzde 16.5’a ulaştılar. Hatta bazı üye ülkeler 2020 hedefini çoktan aştı bile. İsveç’in hedefi yüzde 50’ydi, geçen yıl yüzde 60’lara dayandılar. Keza Finlandiya, Estonya, Hırvatistan da öyle. Avrupa’daki bu enerji rönesansında güneşin rolü ise dikkat çekici. 10 yıl önce kıtanın
Yapılan bir araştırmaya göre artık musluklardan suyla birlikte plastik akıyor. Çünkü dört bir yanımız plastik! Milyarlarca ton plastiğin sadece yüzde 10’unu dönüştürebildik. Yıllarca toprağa, denize, okyanuslara gömülen o plastikler şimdi mikroskobik boyutlarla bardaklarımıza doluyor.
Araştırmayı gerçekleştiren Dr. Anne Marie Mahon’a göre nanometre boyutundaki bu plastikler hücre ve organlara da girebilir. Plymouth Üniversitesi’nden Prof. Richard Thompson da aynı fikirde; mikroplastiklerdeki zehirli kimyasallar metobolizmaya geçebilir.
Rakamlar ürkütücü. Böyle devam edersek, 2050’ye geldiğimizde okyanuslarda balıklardan daha fazla plastik olacak. Çünkü dünyada yılda yaklaşık 300 milyon ton plastik üretiliyor ve her yıl 12 milyon ton atık olarak denize gidiyor. 5 Gyres Institute’un araştırmasına göre şu an okyanuslarda 5.2 trilyon plastik parçacığı var. Her yıl 1 milyon su kuşu ve 100 bin deniz canlısı plastik sindirimi nedeniyle ölüyor. İspanya’da ölü bulunan bir balinanın midesinde 59 parça plastik olduğu, balinanın bu nedenle beslenemeyerek öldüğü ortaya çıktı.
Önümüzdeki 20 sene içerisinde plastik üretiminin iki katına çıkacağı öngörüsü de düşünülürse plastiğin yakın gelecekte
Bu köşenin en sık değinilen başlıklarından biridir tarım ilaçları. “İlaç” dediğime bakmayın, yaygın kullanımdan. Yoksa iyileştiren bir yanı yok. Aslında zararlı organizmaları yok etme üzerine kurgulanmış kimyevi karışımlar söz konusu olan. Zaten, bilimsel literatürde de, “tarım ilacı” yerine “Pestisit” terimi kullanılıyor.
Geçtiğimiz hafta yazmıştık... Pestisitler hem kalıntı nedeniyle tüketicileri hem de bu ilaçları tarlasında uygulayan üreticilerin sağlığını tehdit ediyor. Pestisitle bağlantılı sağlık sorunu yaşayan çiftçiler artık araştırmalara bile yansımış durumda. Bu hafta değinmek istediğim pestisitlerin bir başka ürkütücü yönü; satıcılarına etkisi. Bununla ilgili çok çarpıcı bir araştırma var. Gelin ayrıntılarına bakalım:
Araştırma, GAP Bölgesi’ndeki pestisit satış yerlerinde çalışanlara yönelik. Harran Üniversitesi’nin Tıp, Fen Bilimleri ve Çevre Mühendisliği öğretim üyelerince yapılmış. Güneydoğu’daki pestisit satış yerlerinde çalışan 399 kişiye hem anket uygulanmış hem de bu kişilerden 10cc kan örneği alınmış. Kan örneği alınmasının nedeni çalıştıkları ortamda bulunan pestisitlerin karaciğer enzimlerini ve kolinesteraz düzeylerini ne yönde etkilediği.
Karaciğer hasarı
Bilim
Bingöl’de yapılmış bir araştırma. Akademisyenler Adaklı ilçesindeki elma üreticilerine soruyor: “Kullandığınız tarım ilacı kısa süreli zehirlenmeler yapabilir mi?”... Yüzde 90’ı “Evet” diyor.
Yine soruyorlar: “Peki, deri üzerini tahriş edebilir mi?”... Bu kez “Evet” diyenlerin oranı yüzde 95’e yükseliyor. Aslında kullanan da biliyor “tarım ilacı” olarak kendilerine satılan ürünlerin gerçekte zehir olduğunu. Ama gelin görün ki, araştırmaya katılan çiftçilerin tamamı bunları kullandıklarını söylüyor. Hem de 2 ay arayla 2 kez. Ayrıca, üreticilerin yüzde 87.5’i tarım ilaçlarının insan sağlığına zararlı olduğu konusunda da hemfikir.
Maskeye rağmen
Araştırmalara göre ilaçlamayı yapan hem doğrudan hem de dolaylı tehdit altında. Mesela 81 il belediyesinde ilaçlama yapan personele yönelik araştırma, her 4 çalışandan 1’inin pestisitlerle ilişkili olabilecek en az bir sağlık yakınmasının bulunduğunu söylüyor. Hem de araştırmaya katılan bin 344 çalışanın yüzde 88’inin maske takmasına rağmen.
Buna ek olarak çiftçi, kendisi veya başka üreticinin ürettiği sebze meyveyi tüketerek dolaylı olarak da zehirleniyor. Çünkü o ilaçların kalıntıları maalesef pazardan, marketten aldığımız sebze meyvede de var.
Kaş’ta yeni bir hayata yelken açanlar “Şehirde ihtiyacımız olmayan şeyleri alıyor ve onlar için çalışıyorduk. Başka bir hayatın mümkün olduğunu fark ettik” diyor.
Yanlış bir yaşam doğru yaşanmaz” diyor Adorno. Belki de bütün anksiyetemiz bundan. Seçtiğimiz hayattan...
Nihayetinde birçoğumuz endüstri bantlarındaki konserveler gibiyiz. Özellikle de megakentlerde. Sabah sıkış tıkış metal kutularla ulaştığımız fabrikalarımızdan içimizdekileri yitirmiş olarak çıkıp, yine aynı kutularla parmaklığı olmayan hapishanelerimize dönüyoruz. Mutluluğu da daha çok kazanmakta, lükste, tüketimde arıyoruz. Bu döngüyle yıllarımızı, belki de ömrümüzü tüketirken; bir gün ya dank ediyor ya da bir patoloji raporunun ardından soruyoruz; neden yaşıyoruz?
Birincilikle bitirmiş
Bu soruyu henüz yolun başında soranlar da var. Onlardan biriyle Kaş’taki Düşler Akademisi kampında tanıştık. Adı Sevda Baysal. 28 yaşında. Sabancı Üniversitesi’ne burslu girip, birincilikle bitirmiş. Sonra birçok kişinin hayalini kurduğu bir kariyere adım atmış. Levent’te uluslararası bir bankanın para piyasası uzmanı olarak 23. kattaki bir ofiste çalışıyor, Cihangir’de yaşıyor, istediği kıyafeti alıp, dilediği yerde yemek yiyormuş.