Çağın en büyük tehdidi küresel ısınma, artık kapımızda... Yağış miktarlarındaki azalma ve düzensizlik, özellikle tarım havzalarını olumsuz etkileyecek. Silivri’deki bir süt çiftliği bu siyah beyaz fotoğrafın nasıl renklenebileceğini gösteriyor.
Önce büyük fotoğrafa bakalım. 15 Mayıs Dünya İklim Günü’nde atmosferde ölçülen karbondioksit seviyesi 412 ppm’di. Bu rakam, insanlık tarihinin en yüksek seviyelerini işaret ediyor. Ve bize kaçınılmaz sonu haber veriyor. Çağın en büyük tehdidi küresel ısınma, artık kapımızda. Bundan böyle aşırı hava olayları, artan sıcaklık, kuraklık ve susuzlukla baş başayız. Senaryolara göre en sert etkiyi de Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafi kuşak hissedecek. İklim uzmanlarının en büyük endişesi, susuzluk. Yağış miktarlarındaki azalma ve düzensizliğin, özellikle tarım havzalarını olumsuz etkilemesi bekleniyor. Bu tabloya bir de yer altı sularının azalması eklenince fotoğraf tam bir distopyaya dönüşüyor. Şimdi de objektifi saat yönüne çevirip İstanbul’un ilçesi Silivri’deki bir süt çiftliğine odaklanalım. Biraz önceki iç karartan siyah beyaz fotoğrafın nasıl renklenebildiğini anlatacağım size. Toprağın yağmur suyu hasadı ve bütüncül yönetimle nasıl
Nesli dünya ölçeğinde tehlikede olan “üveyik” ve “elmabaş patka” kuşlarının avlanması birçok ülkede yasak ama Türkiye’de yasal.
Kelebek etkisi”ni duymuşsunuzdur. Evrendeki küçük bir değişimin büyük sonuçlara yol açabileceğini savunan teorinin mottosudur. Dayanağı da ekosistemdeki iç içe geçmiş halimizdir. Nihayetinde biyolojik düzen, türlerin birbirini etkileyen davranışlarıyla işliyor. Solucan toprağa can verirken onunla beslenen kuş da toprağa tohum bırakıyor. Misal alakarga... Yemek için topladığı meşe palamutlarını birer birer toprağa gömer. Önce bir delik kazar, palamudu içine koyar. Sonra da diğer hayvanlar fark etmesin diye itinayla üstünü kapatır. Ama mükemmel hafızasına rağmen bazen unutur gömdüğü yeri. Ve oradan meşe filizleri fışkırır. Ormana dönüşür yani alakarganın unutkanlığı. Ama çoğumuz farkında değilizdir bu muazzam düzenin ve alakarganın o sistemdeki yerinin. O yüzden de türümüzden bazıları av olarak görür alakargayı. Oysa ki vurduğu kendi geleceğidir.
Tabii sadece alakarga değil, günümüzde birçok kuş türü avcılık tehdidiyle karşı karşıya. Hatta popülasyonları düşen türler bile. Mesela nesli dünya ölçeğinde tehlikede olan “üveyik” ve “elmabaş patka”. Birçok ülkede
Buğday Derneği, Amerika'da yapılan çilek analizlerinin yüzde 99’unda en az 1 pestisit kalıntısına rastlandığını duyurdu. Derneğin bir diğer uyarısı ise çilek severler adına sevindirici. O da hormon kullanımı iddiasının doğru olmadığı.
Çilekler kızardı, hasat başladı. Ama tam da çilek mevsiminde, ABD merkezli Çevre Çalışma Grubu’ndan (EWG) gelen bir uyarı oldukça moral bozucu. Buğday Derneği’nin paylaştığı uyarıya göre çilek, sakınmamız gereken zehirli sebze ve meyveler listesinin birinci sırasında. Sizce de bu çok korkutucu değil mi? Özellikle çocukların çileğe yönelik ilgisi düşünüldüğünde.
Uyarının altı da boş değil, ABD Tarım Bakanlığı’nın verilerine dayanıyor. Ne diyor o veriler? 2015-2016 yılları arasında yapılan çilek analizlerinin yüzde 99’unda en az 1 pestisit kalıntısına rastlandığını söylüyor. Yani sadece o yüzde 1’i yiyen şanslı. Zaten küresel servetin yüzde 82’sini de dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesimi yemiyor mu?
Pestisit kokteyli
Konuyu dağıtmadan uyarıya biraz daha göz atalım. Çünkü sonuçlar oldukça dikkat çekici. Çalışmada, konvansiyonel yöntemle yetiştirilen 1174 çilek analiz edilmiş. Bu çileklerin yüzde 20’sinde 10 ve daha fazla türde pestisit kalıntısı tespit
Tekstil şirketinde çalışırken işi gücü bırakıp Trakya’ya giden ve çiftlik kuran Aysun Sökmen, “Kırsalda zamanı parayla satın alamazsınız. Şehirden uzaklaşmak isteyenler önce bir süre gönüllü olarak çiftçilik yapmalı” diyor.
Hava ısınıyor. Doğa yine rengarenk. Şehir ise tersine her gün daha da grileşiyor. En ufak tatilde herkes o grilikten kaçma derdinde. Özellikle büyük şehirlerde bu durum artık çok aşikar. Kır, her geçen gün daha da popülerleşiyor. Ama kırsalda sürekli yaşamak da önemli bir şehirli sorunsalı; acaba yapabilir miyim, tutunabilir miyim...
Bunu hayal eden birçok kişinin öncelikli “ama”sı da “Ne iş yapacağım?” sorusu. İlk akla gelen yanıt, tarım ve hayvancılık. Çiftlik kurmak tabii en romantik şehirli hayallerinden biri. Süt ve peynir satmak, kuşkonmaz yetiştirip, gezen tavuklarla mutlu mesut yaşlanmak... Ama tüm bunlar için ilk şart, şehirliyken köylü olmak. Peki, köylü olabilmek kolay mı?
Köylü olmak için 50 yıl
Bunu deneyimleyen Aysun Sökmen’e göre, en az 50 yıla ihtiyacınız var, 50 milyon dolara değil. Çünkü köylülük ve çiftçilik bilgeliğinin parayla satın alınamayacağını bire bir yaşamış Sökmen. Kendisi, bir tekstil şirketinde çalışırken 30’lu yaşlarda “Bu hayat
Dünyanın en iyi tasarlanan 10 okulu arasına giren Bahriye Üçok Ekolojik Yuvası’nda çocuklar dalından meyve koparıp yiyor, yetiştirdiklerini tüketiyor. Projenin sahibi Kadıköy Belediye Başkanı Aykut Nuhoğlu ise çocuklara farklı bir pencere açmaktan dolayı mutlu.
Mevcut kaynak kullanımına bakarsak Türkiye olarak 1.88 dünya varmış gibi yaşıyoruz. Bugünkü gibi üretip tüketirsek, birkaç yıla bir Türkiye’ye daha ihtiyaç duyacağız. Zaten, temmuz ayında bu yılın kaynağını tükettiğimiz için 2019 yılı kaynaklarından yemeye başlar hale geliriz. Çünkü, kaynakların sınırsız olduğu inanışıyla büyüyen bir nesiliz. Neye ihtiyaç duysak ya bir adım ötede ya da bir tık uzağımızdaydı. Nasıl veya ne karşılığında olduğunu sorgulamaya ihtiyaç duymadık. Haliyle de büyük bir tahribat yarattık. Özellikle de son 60 yılda. Ne merdaneli makinede çamaşır yıkayan X kuşağı farkına varabildi bunun, ne de internetin içine doğan Y kuşağı. Şimdi büyük şehirlerden dönüp bakıldığında, Z kuşağı için de treni kaçırmak üzere olduğumuz aşikar. Geleceği kuracak yeni nesli, sürdürülebilir bir dünya yaratma konusunda eğitmeliyiz.
Buna dair ümitvar örnekler yok değil. Cesaret veren bu örneklerden birini ziyaret ettim bu hafta.
Alışveriş yaparken “İyi Tarım Uygulamaları” yazan logolar herkesin dikkatini çekmiştir. Peki “iyi” gerçekten yazıldığı kadar “iyi” mi? Bu sorunun yanıtı karmaşık.
Markette sebze reyonuna yöneliyorsunuz. Bakıyorsunuz iki çeşit domates var. Birinin etiket bilgisinde “İyi Tarım yöntemiyle yetiştirilmiştir” yazıyor, diğerinde “Konvansiyonel tarım ürünüdür”... Tabii haliyle tercihinizi “iyi”den yana kullanıyorsunuz. Tavuk alacaksınız. Paketlerin üzerinde “İyi Tarım Uygulamaları” (İTU) yazan bir logo dikkatinizi çekiyor. Diğeri yerine hemen onu sepete atıyorsunuz. Durum, yumurtada da aynı. Pahalı da olsa kutusunda “İyi Tarım” yazanı seçiyorsunuz. Sonuçta adı üzerinde “İyi”. Neden kötüyü alasınız ki?
Tavukçulukta da popüler
Peki “iyi” gerçekten yazıldığı kadar “iyi” mi? Bu sorunun yanıtı biraz karmaşık. Mesela “İyi Tarım” yöntemiyle üretilip sertifikalandırılan sebze ve meyvelerde; insan, hayvan ve çevre sağlığına zararlı kimyasalların kullanılabildiğini söylemek lazım. Yani, pestisitler ve kimyasal gübre yasak değil; “Organik sertifikalı” bir ürün yiyor değilsiniz. Zaten bakanlığın bir genelgesinde de denetimlerde, İTU sertifikalı ürünlerde kalıntı tespit edildiğine dikkat çekiliyor.
Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörü Prof. Dr. Hilal Elver: “En büyük tehlike fast food ve işlenmiş gıda. Türkiye’de meyve ve sebze, üretici olduğumuz için hala ucuz. Bu büyük avantaj. İşlenmiş gıdaya yöneliş Türkiye’de de başladı, buna dikkat etmeliyiz”
Malumunuz; ülkemizde tarım da hayvancılık da zor bir süreçten geçiyor. Her iki sektörde de ithalat kalemlerinin yükü ciddi oranda artıyor. Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Başkanı Ahmet Atalık’ın yaptığı son çalışma mesela... Geçen yılın ilk iki ayında 486 bin ton buğday ithal etmişken; bu yıl bu rakam 1 milyon 436 bin tona çıkmış. Mısırda da durum aynı, ayçiçeğinde de. Geçen yıla oranla 5 kat daha fazla sığır, 6 kat daha fazla koyun almışız yurtdışından. İthalat arttıkça, türlü sorunlarla cebelleşen kırsaldaki çiftçinin beli daha da bükülüyor.
Bu girdaptan kurtulabilmek de oldukça zor. Çünkü tarım epeydir global bir oyun ve bu oyunda kartları egemen güçler karıyor. Bunu en iyi deneyimleyen isimlerden biri de BM Gıda Hakkı Özel Raportörü Hilal Elver. İşi gereği küresel gıda eşitsizliğinin yaşandığı coğrafyalarda yaşanan sömürüye birebir tanıklık ediyor ve gıda hakkı ihlallerini raporluyor. Prof. Dr. Hilal Elver,
Herkesin sosyal medyadan tanıdığı Zümran Ömür’ün yaşadığı Kars’taki Boğatepe Köyü, 20 yıl önce tamamen terk edilecekken şimdi çekim merkezi.
Evet, küreselleşme rüzgarı hepimizi aynılaştırdı. Aynı kesim pantolon giyip aynı çeşit peyniri koyuyoruz artık soframıza. Kasabada, ilçede, şehirde nerede yaşarsak yaşayalım, evlerimizin mimarisi, koltuklarımız, perdelerimiz hep aynı. “Global Köy”ün mutsuz ve çaresiz sakinleri olduk çıktık. Çıkışı da yine “köy”de arayan...
Köy gerçekten de son dönemin en popüler imgesi. Köye ait, köye değen, köyde üretilen her şey giderek değer kazanıyor. Herkes yerel ürün, yerel lezzet ve yerel motiflerin peşinde. Şehir yaşamı ve fabrikasyon üretimin griliği her geçen gün daha çok göze batar oldu. Bu durum, şehirlerde küreselleşme girdabına kapılmış yığınlar için de bir umut aslında. İş ve aş imkanı veren köy, ciddi bir alternatif olma yolunda. Bunu siyaset de destekliyor. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın son projesi 250 örnek köy projesiyle köyde yaşayanların hayat standartlarını yükseltmek. Zaten bakanlık bir süredir köye dönüşü teşvik etmek için genç çiftçilere destekler de veriyor.
Şimdi çekim merkezi
Bakanlığın hedeflediği örnek köyler hali hazırda