Sanatın dili, dini ve ırkı yok. Sanat, evrensel olan. Bunun en güzel örneklerinden biri, Türk modern sanatının öncü isimlerinden Fahrelnissa Zeid’e küresel sanat dünyasından yükselen ilgi. Hayatta olmasa da sanatçının eserleri, 2017 yılı boyunca dünyanın önemli sanat merkezlerinde meraklılarıyla buluşuyor. 13 Haziran’dan itibaren, dünyanın en önemli modern sanat müzelerinden biri olan Londra’daki Tate Modern’de bir Zeid retrospektifi sanatseverlere kapılarını açıyor. Sanatçının eserleri, bugüne kadar dünyada birçok önemli karma sergide yer aldı ancak bu kez bir retrospektif olması Türkiye adına çok önemli. Nitekim Türkiye’de kapsamlı bir Zeid koleksiyonuna sahip olan İstanbul Modern de böylesi önemli bir sergiye eser ödünç vermenin haklı gururunu yaşıyor.
İstanbul Modern Direktörü Levent Çalıkoğlu, Tate Modern’de sergilenecek 44 eserin 8’inin İstanbul Modern koleksiyonundan Londra’ya gittiğini anlatırken çok heyecanlıydı. Üstelik serginin tanıtımında İstanbul Modern için anlamı büyük olan, müzenin kuruluşu öncesinde Zeid’in ailesi tarafından bağışlanan ve 12 yıldır yeri değişmeksizin aynı duvarda sergilenen ‘Cehennemim’ adlı başyapıt yer alıyor. Londra’daki sergi,
Haziran gelir, öyle ya da böyle mevsim yaza döner. Kültür sanat etkinliklerinin çoğu için sezon mayıs sonunda kapanır. Yaz etkinlikleri ise açık havayı bekler. İşte tam böylesi bir geçiş döneminde bir sergi, bir de festival sanat izleyicisi için iyi birer seçenek olabilir.
Türk sanat tarihinin önemli ama belki de o denli bilinmeyen isimlerinin sergilerine ev sahipliği yapan Sakıp Sabancı Müzesi’nde bu hafta ‘Selim Turan: Tez-Antitez-Sentez’ başlıklı sergi ziyarete açıldı. Geçtiğimiz aylarda bu köşede anlattığım Feyhaman Duran ile paralel sergilenen Selim Turan sergisi, Türk modern sanat tarihinde bir döneme ışık tutuyor. Bir başka deyişle, sanat izleyicisi için Feyhaman Duran ile başlayan yolculuk, ressam ve heykeltraş Selim Turan ile devam ediyor.
SSM Müdürü Nazan Ölçer, her iki sanatçının da eserlerinin eşleri tarafından İstanbul Üniversitesi’ne bağışlanması ve üniversitenin de SSM’ye güvenerek bu eserleri sanatseverlerle buluşturmak üzere kendilerine teslim etmesinden gurur duyduklarını söylüyor. Yine Ölçer’in anlatımıyla; Selim Turan’ın en önemli özelliklerinden biri, sanatçı olarak anlaşılıp anlaşılmama kaygısı gütmeden üretmiş ve son sözü izleyiciye bırakmış olması.
Uzun yıllar
Güzel bir söz, anlamlı bir cümle okuduğumda, illa ki aklıma yazıyorum. Sıkıldığım, bezdiğim bir anda kendimi telkin edip yeniden enerji toplamama yardımcı oluyor. Çağımızın huzursuz insanına yol göstermeye çalışan sayısız kişisel gelişim kılavuzu arasında kaybolsak da, bazı sözler ilham verebiliyor. Mesele güzel sözlerin, alıntı yapılan özlü cümlelerin sosyal medya hesaplarımızı süslemenin ötesinde hayatımızda bir karşılığının olması...
“Her yeni gün bir başlangıç. Yaşam amacını keşfetmek için her fırsatı değerlendir” diyen yaşam gurusunun niyeti de bu olsa gerek. Günlük telaşın içinde, bir an durup ‘Ben ne yapıyorum?’, ‘Neden koşup duruyorum?’ ya da ‘Nereye koşuyorum böyle?’ diyerek boşluğa düştüğümüzde, illa ki bir yaşam amacı koymak istiyor önümüze.
Geçtiğimiz günlerde fiziksel bir rahatsızlık dolayısıyla başvurduğum değerli bir tıp doktoru, toplamda iyi olma halinin ancak insanın kendini sevmesiyle mümkün olduğunu anlattı. Madem öyle, yaşam amacımız kendimizi sevmek olmalı. Üstelik, profesör doktor Cafer Abbasoğlu’nun ‘kendini sevmek’ ile ilgili yaptığı tarif, bugüne kadar duyduklarımdan daha gerçekçi.
“Kendimizi sevelim” deyince ne anlıyoruz? Hatalarımızla yüzleşelim,
Türk sinemacıların Hollywood’a açılma hayaline hizmet eder mi bilmiyorum ama ilk Türk-Amerikan ortak yapımı Hollywood filmi ‘Osmanlı Subayı’, bugün vizyona giriyor. Film 1914 yılında, Birinci Dünya Savaşı’nın başında Doğu Anadolu’da geçiyor. Gönüllü çalışmak üzere Anadolu’ya gelen Amerikalı bir hemşireyle Osmanlı subayın aşkını anlatıyor. Fonda, dönemin siyasi ortamı, Ruslar’ın bölgeyi işgali ve Ermeni çetelerin ayaklanması gibi tarihi olaylar hikayeyi tamamlıyor. Zaten, senaryo, ‘aşkın ve savaşın odağında’ diyerek kurgulanmış. Aslolan savaşın ortasında farklı kültürden kadın ve erkeğin imkansız aşkı. O yüzden, diyorum ki Ermeni olayları mevzu edilse de, mesele Hollywood tarzı bir bakış açısıyla ele alınmış. Sonuçta, Türkiye’deki seyirciye hitap edebilecek, seyirlik, hoş bir film ortaya çıkmış.
Filme dair sizlerle paylaşmak istediğim bazı detaylar ise şöyle;
l ‘Osmanlı Subayı’nın senaristliğini üstlenen Jeff Stockwell, hikayeyi yazmadan önce bir hafta Van’da ağırlanmış, Akdamar Adası’ gibi filmde yer alan tarihi yerler bizzat tanıtılmış. Ayrıca İstanbul’da da bir ay kalarak, Türkiye’de çalışma fırsatı bulmuş.
l Filmin ortak Türk yapımcıları Alinur Velidedeoğlu, Güneş Çelikcan,
Hep biraz çekingen, hep biraz mahçup ama bir o kadar da sıcak bir adam. 24 yıl önce, emsalsiz bir albümle ‘Medcezir’le hayatımıza girdi ve öyle de kaldı. Ne olursa olsun hep ayrı bir yerde durdu. Deyim yerindeyse Levent Yüksel’in varlığı yetti.
İlk albüm , müthiş bir ekibin, o günlerin en yaratıcı ve cesaretli müzik insanlarının üretimiydi. Yüksel’in deyimiyle, Sezen Aksu, Uzay Heparı ve Rıza Erekli başta olmak üzere, o güzel insanlar pası verdi, Levent Yüksel golü attı. Aksu, o albüm için 10 şarkı yazdı, hepsi hit oldu. Üstelik o yıllarda Sezen Aksu ve Onno Tunç ailesinin çocukları Sertab Erener, Aşkın Nur Yengi, Levent Yüksel ve Harun Kolçak, çok gençti. Öylesi güçlü, ağır şarkıların yükünü taşımak kolay değildi. Aksu ve Tunç ikilisinin bitmeyen enerjisi bir yandan, aralarındaki tatlı rekabet bir yandan, ölümsüz şarkılara, unutulmaz albümlere imza attı onlar...
Nitekim, Levent Yüksel, ‘Medcezir’ albümünü “Best of’um” diye anlatıyor. İlk albümü best of olunca, daha iyisini yapmanın mümkün olmadığını da açıkça söylüyor. İlk albümün yarattığı fırtına öyle etkili oluyor ki, ikinci albümünü yaptığında herkes “Medcezir’e benzemiyor” diye söylemediğini bırakmıyor. O da ne yapsın,
“Niye anlaşamıyoruz?” “Niye anlaşalım ki, hepimiz kendimizden memnunuz”. İşte bunun adı iletişimsizlik veya böyle düşündüğümüz için vardığımız nokta, iletişimsizlik. Erhan Tuncer’in ilk uzun metrajlı filmi ‘Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’da geçen bu cümle, birey ve toplum olarak içine düştüğümüz kısır döngüye dair önemli bir tespit. Hepimiz hayata ve insanlara kendi durduğumuz yerden bakıyoruz. Asla bir adım öteye geçip, kendimizi diğerinin yerine koyamıyoruz. Ve kocaman bir sevgisizlik üzerimize çöküyor.
‘Ağustos Böcekleri ve Karıncalar’ın hikayesi, bu sevgisizliği en temel kurum aile üzerinden anlatıyor. “Kardeş olmak için kan bağı yeterli midir?” diye sorarken, aile olmanın gereği gibi görünen ilişkileri sorguluyor.
Ölüm döşeğindeki bir babanın evine toplanan kardeşlerin eteğindeki taşları ortaya döktüğü sahneler, insan olmaya dair tüm zaaflarımızı yüzümüze vuruyor.
Miras kavgası daha babaları ölmeden kardeşleri birbirine düşürüyor. Vahşi kapitalizmin gölgesi, en acı günlerinde bile onları kıskacına alıyor. Ailenin dindar abisi Metin’in dediği gibi “Allah onları mal ve mülkle sınıyor”. Bu kadarı da olmaz demeyin, gerçek hayatta tam da böyle oluyor. Evin büyüğü göçüp gittiğinde,
Bu hafta çocuklarımızın sınav heyecanıyla geçti. Meşhur deyişle ‘TEOG çocukları ve ebeveynleri’ olarak hep birlikte bir sınav daha verdik. Onların emeklerinin karşılığını almasını, daha önemlisi madden ve manen verdiğimiz mücadelenin hayatta da karşılığının olmasını canı gönülden diliyorum. Çünkü hayat başarısı çok kıymetli. Hatta toplam başarının sırrı tam da burada yatıyor. Sınav dereceleri ve okul birincilikleri ancak yeteneklerinizi, yeterliliklerinizi ortaya koyabildiğiniz ve sosyal kabul gördüğünüz zaman bir anlam kazanıyor.
Sahnede bir efsane
İş Sanat sahnesindeki konseri için buluştuğum usta müzisyen Selami Şahin, bu anlamda başarının gerçek bir sembolü. Sohbet ederken onun “Nereden nereye?” dedirten hayat hikayesini hatırladım.
Hatay’da Suriye sınırına yakın bir köyde, yoksul bir ailenin çocuğu olarak başlayan o hikaye, tam anlamıyla azmin zaferi. ‘Yaratıcılık yokluktan doğar’ sözüne her zaman inanırım, böyle birçok başarı hikayesi olduğunu da bilirim. Ama Şahin’in bir başka sırrı var: Kendisinin “Tanrı vergisi” diye anlattığı müziğe olan müthiş yeteneği. Mısırlı bir annenin çocuğu olarak Türkçe’yi ilkokula başladığında öğrendi. Öğretmenleri, “Sen şarkıcı olacaksın”
Uluslararası ilişkiler, siyaset, referandum;
uzunca bir süredir ister istemez haşır neşir olduğumuz mevzular, bu hafta sinemada da karşımıza çıkıyor. Bugün vizyona giren ‘Kolonya Cumhuriyeti’, BKM yapımı yeni bir komedi filmi. 5 bin nüfuslu bir beldeyi il yapma vaadiyle belediye başkanı olan Peker Mengen’in ‘çok becerikli’ danışmanlarının da katkısıyla başlarına gelenler anlatılıyor. Hikayenin güncel meselelere dokunması hayli dikkat çekici ama aslında, senaryosu iki yıl önce yazılmış, filmin çekimleri de bir yıl önce tamamlanmış. Yine de referandumun ardından hemen vizyona girmesi iyi bir zamanlama ve içinde boğulduğumuz meselelerin mizahını yapmak da hoş bir fikir olabilir.
Dolayısıyla, öncesinde filmin ekibiyle sohbetimden ipucu olabilecek notları aktarmayı uygun buluyorum:
‘Kolonya Cumhuriyeti’nin senaryosu ‘Güldür Güldür’ yazar ekibine ait. Anlaşılan televizyonda yaptıkları mizahı bir çıta yükseğe, sinemaya taşımak niyetindeler.
Filmin yönetmenliğini, ‘Güldür Güldür’ ekibinden senaryo editörü Murat Kepez üstlenmiş. Necati Akpınar ilk uzun metrajlı filminde Kepez’e tam destek vermiş.
Oyuncu kadrosunda yine BKM oyuncuları ya da yolu BKM’den geçen oyuncular var. Çağlar Çorumlu,