Müzik piyasası gelişen teknolojiyle değişiyor, dönüşüyor. Kimi internet üzerinden bir videoyla milyonlara ulaşıyor. Dediklerine göre, bazıları bu izlenme rakamlarıyla dünyaya açılıyor. Ne kadarı gerçek, ne kadarı manipülasyon orası muğlak ama müzikte kendi içimizde ayrıştığımız muhakkak. Bir yanda Hande Yener’e karşı Demet Akalın, Hadise, Gülşen, diğer yanda “10 sene sonra Los Angeles’ta konser vermezsem ev hanımı olurum” diyen Aleyna Tilki var ki; o alttan alta hepsine karşı.
Onlar müzik pastasından kendi aldıkları payı türlü teyakkuz içinde arttırmaya çalışırken, az sayıda da olsa durduğu yerde duran, ödün vermeden müziğini yapan ve konserleri kapalı gişe olmaya devam edenler var. İşte o isimlerden biri; Funda Arar.
İlk albümünü 2000 yılında yapmış. Bugünün birçok yıldız ismi gibi, o da çocukluğundan bu yana şarkı söylemek, sahneye çıkmak ve ünlü olmak istiyormuş. Ama ilk albümünde biraz ağır yapmış, daha ilk günden popüler olana, tribüne göz kırpmayı tercih etmemiş. Ne güzel ki, müzik şirketi o yıllarda arkasında durmuş, biraz daha ticari olsa dememiş. Dolayısıyla Funda Arar hızlı bir çıkış olmasa da sağlam bir başlangıç yapmış. Şiir merakı, edebiyata ilgisi, Türk Müziği eğitimi,
Orada başka bir dünya var ki, istesek de istemesek de sarıveriyor dört yanımızdan, adı sosyal medya. Meali, herkes fazlasıyla kendisiyle sosyal. Andy Warhol bile, “Herkes bir gün 15 dakikalığına meşhur olacak” derken, bu kadarını tahmin etmemiştir. Öyle ki, hepimiz 7’den 70’e dahil olduk o dünyaya. Yani bırakalım kınamayı ya da görmezden gelmeyi ve bakalım sosyal medya cenahında neler olup bitiyor?
Böyle düşünüp biz de hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak cuma geceleri NTV’de ‘N Hayat’ adlı programımızda sosyal medya gerçeklerini konuşuyoruz. Konular renkli, gündem hızlı, sosyal medya kahramanlarının sohbetleri gayet ahenkli. O sayede ben de yepyeni bir bakış açısıyla, farklı bir ajandayla yol alıyorum. Son 2-3 haftada biriktirdiklerimi de bu köşede paylaşmayı istiyorum. İşte o notlardan bazıları;
- Ne kadar ünlü olursan ol, ne kadar lafı gediğine koyarsan koy, kendini sosyal medyaya açtığında korunmasız oluyorsun, yerli yersiz tepkilere maruz kalıyorsun. Cem Yılmaz olsan, o sinir harbiyle başa çıkamayıp bir müddet ‘dijital detoks’ kararı alabiliyorsun. Ama gel gör ki sosyal medyadan tümüyle vazgeçemeyip, geri dönüyorsun.
- Sosyal medyanın gündemi daha evrensel. Türkiye’de de artık çok
Ne güzel ki bu yaz da İstanbul’da açık hava konserlerinin keyfini çıkarıyoruz. Harbiye Açıkhava Sahnesi, her daim yaz konserlerinin vazgeçilmez mekanıdır. Müzisyenler için Açıkhava Sahnesi’ne çıkmak bir merhale, üst üste günlerce konser vermek ise mertebedir. Nitekim en fazla gün, art arda konser veren Tarkan iken, 5 günlük konser serisiyle Sıla bu sezonun yıldız ismi oldu.
Herkesin harcı değildir Açıkhava’yı gecelerce hıncahınç doldurmak, şarkılarını beş bin kişiyle bir ağızdan söylemek. Üstelik Sıla’nın şarkıları, kendi deyimiyle ‘okkalı’ şarkılar. Baştan beri biliyorum, sözünün gücüne diyecek yok. Yine de zaman zaman şaşırıyorum ve bizzat soruyorum; “Genç kadınsın, nereden geliyor bunca yaşanmışlık, ne ara birikti bu sözler?” diye. Sıla da çoktan beri hem yazdığını, hem de okuduğunu anlatıyor. Her şey yazarak başlamış, ardından içindeki müzik aşkıyla şiirleri şarkılara dönüşmüş.
Sıla’nın dediği gibi; “Bazı toplumlarda müzikte söz, bağımsızlığını ilan ediyor. Okkalı laflar milletçe bize iyi geliyor. Belki o laflarda yaşadıklarımızı tartıyoruz, duygularımızı pekiştiriyoruz. Bir nevi birbirimizin sırtını sıvazlıyoruz, omuz veriyoruz birbirimize.” Sıla’ya hak veriyorum ve biliyorum
Kayıt telaşı, git ve gel derken, tatilden geriye kalan son birkaç günü yeni yerlere ve keşiflere ayırdık. Bir Alaçatı gönüllüsü olarak her yıl yeni mekan ve işletmeleri bizzat deneyimlemek bir nevi hobim haline geldi. Malum köy genişliyor, yeni yerler açılıyor, bazısı bir sezonluk oluyor, isim değiştirip, başka bir mekana dönüşüyor. O yüzden yenilerden bir demetle kısa kısa yediğimizi, içtiğimizi ve gördüğümüzü anlatalım:
Dokuzbuçuk: Alaçatı’nın son birkaç yıldır cazibe merkezi olan mahallesi Hacımemiş’de yeni bir restoran ve bar. Hacımemiş’in şimdilik Dutlu Kahve ve Köyün Delisi’yle zirve yapan kalabalığı ve gürültüsünü geride bıraktığınız noktada ‘saklı bir bahçe’ gibi konumlanıyor. İzmir’in 80-90’lı yıllarda meşhur diskosu olarak bilinen Dokuzbuçuk markası bu kez; yaşı yaşımıza, dokusu ruhumuza uygun bir yer olarak karşımıza çıkıyor. Rahat bir ortamda, yormayan müzik eşliğinde güzel yemek yiyebileceğiniz Dokuzbuçuk’ta ilk günden beri hakim olansa ‘arkadaş kulubü’ havası.
Mami’s: Hacımemiş’te dolaşırken “Şöyle atıştırmalık olsun, hem de köşede olsun” dediğinizde, iyi bir seçenek. Gelene geçene bakınırken çeşit çeşit sandviçler, frozen içecekler ve kahve için uğrak yeri.
Walkin: Hacı
Şaşkınlık, hayal kırıklığı ve çaresizlik. TEOG velileri olarak bu hafta neredeyse hepimiz böyle karışık duygular içindeydik. “Sınavlar çoktan bitti, sonuçlar da açıklandı” demeyin. Esas sınav, çocuğunuzun puanına rağmen onu nereye ve nasıl kaydettireceğiniz. Bu yılki iki aşamalı TEOG sınavının ikincisinde
17 bin tam puan yapan çocuk olunca, herhangi bir okula kayıt yaptırmak deveye hendek atlatmaktan zor hale geldi. Maksadı, çocuğu ortaokul sonrası liseye yerleştirmek olan sistemin, bizi dışarı atmak üzere olduğunu anladığımızdaysa şaşkınlığımız paniğe dönüştü.
TEOG’la alakamız yok demeyin. Türkiye’de her veli veya yakını bir gün mutlaka bu duyguyu tadacak. Böyle giderse, çocuğunuz olmasa bile komşunuzun, akrabanızın veya arkadaşınızın çocuğu için vekalet verilmek suretiyle o kayıt kuyruklarında bekleyeceksiniz. Ne demek istediğimi belirtmek için, son birkaç günde kendi adımıza yaşadıklarımızı anlatayım.
Bir kayıt hikayesi
Büyük telaş, 30 Haziran’da resmi sınav sonuçlarının açıklanmasıyla başladı. Özel okulların devlet okullarından farklı puan hesaplamaları olması dolayısıyla, çocuğumuzun puanı her okulda farklı çıktı. Onların hesaplarına göre olan puanımızca internet üzerinden ön
Yaz bir geldi, pir geldi. Çöl sıcakları bir yandan, bayram trafiği diğer yandan, sezona hızlı giriş yaptık. Öyle ya da böyle bayram tatili turizmcilere ilaç gibi geldi. Kalabalıklar tatil için sahil şeridine aktı. Nicelik mi nitelik mi kısmı şüpheli ama son birkaç yıldır olduğu gibi turizm sezonu yine bayram tatiliyle açıldı. Ülkemin ahval ve şeraiti dalgalı olunca, yabancı turistin ipiyle kuyuya inmek zorlaştı. Dolayısıyla, iş yine başa, yani
yerli turiste düştü.
Bohem görünümlü lüks köyümüz
Biz de o furyaya katıldık. Hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak, bayram kalabalığına karışmayı göze alıp, sosyetik köyümüz Alaçatı’ya geldik. 10 yıla yakındır gözde olan Alaçatı bu yazı da hareketli karşıladı. İlk kalabalıklar nisandaki ot festivalinde Alaçatı, sokaklarına aktı. “Ot festivalinde buraya gelinmez” diyen kim varsa bu yıl da Alaçatı’ya geldi.
Kimi otobüslerle geldi, yeldeğirmenlerinin olduğu yerden kendini köye doğru akışa bıraktı. Kimi zaten müdavimiydi, izdihama söylense de baharı Alaçatı’da karşılamayı tercih etti.
19 Mayıs tatili, bir diğer ısınma turu oldu. Normale göre serin geçen mayıs havası yüzünden beklenen ilgiyi görmese de, sezona hazırlanan yeni mekanlar için ilk kez
NTV’de artık bir klasik olan bayram sohbetlerinde bu yıl da, sanat dünyasından büyüklerimizi, dostlarımızı ağırladık. Onların yaşamlarından önemli kesitleri, çocukluk günlerini, aile hayatlarını ve iz bırakan anıları konuştuk. Çoğu kez gülümseten anlarımız oldu. Ancak bu bayram Mehmet Ali Erbil ve Gönül Yazar’la sohbetlerimiz diğerlerinin aksine hayatın zor anlarına ve hüzünlere götürdü bizi.
‘Ben evlenirsem ayrılmayayım’
Mehmet Ali Erbil’i nasıl biliriz? Deli dolu, ele avuca sığmaz, bir o kadar da muzip. Seyircisi de yıllardır “ne yapsa yeridir” der ve öyle kabul eder Mali’yi. Gelin görün ki, o deli fişek adamın ruhunda çocukluğundan kalan travmalar hâlâ saklı duruyor. İlk cümlesinde başlıyor hüzünlü hikayesini anlatmaya... Normal bir aile düzeni içinde yaşamamış, anne-babası ayrıldığında çok küçükmüş. 14 yaşında yatılı okula gitmek zorunda kalmış. Üvey anne ile baba görmüş. Ajitasyona gerek yok desem de, üvey babası Mehmet Ali’yi hiç istememiş. Yatılı okurken, annesine getirdiği çamaşırlarını yıkamasına bile izin vermezmiş. Babası Saadettin Erbil ise aldığı Osmanlı terbiyesinden olsa gerek, sevgisini hiçbir zaman göstermemiş. Erbil’in aklında hep otoriter bir baba figürü olarak
Ne güzel ki, Türkiye’de genç sinemacılar ve ilk filmini çeken yönetmenler, yaratıcılıkta sınır tanımıyor. Geçtiğimin günlerde tanıştığım Ceyda Torun da o isimlerden biri. Torun, ilk uzun metrajlı belgeseli ‘Kedi’yle sınırları aştı. Film, dünyada festival festival dolaşırken, bir Amerikalı yapımcının dikkatini çekti. Şubat 2017’de Amerika’da gösterime girdi ve ülke tarihinde yabancı belgesel kategorisinde hasılat rekoruna imza attı. İlk kez 15’inci if İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterilen ‘Kedi’, geçtiğimiz hafta Türkiye’de de vizyona girdi. Belgesel diye düşünüp mesafeli yaklaşacak izleyicilere ‘keyifli görüntülere eşlik eden müzikleriyle rahat, seyirlik bir film’ olduğunu söylemeliyim. Bu hatırlatmayı yapıp, Ceyda Torun’la sohbetimden notları kısa kısa aktarıyorum:
Binlerce yıldır kediler var
Filmin hazırlık aşamasında, Türkiye’deki kedilerle ilgili kapsamlı araştırmalarından elde ettikleri bilgilerden biri; kediler binlerce yıldır bu topraklarda varlığını sürdürüyor. Öyle ki, Marmaray kazılarında bulunan bir kedi iskeleti 3 bin 500 yıl öncesine ait. Hatta, o kedi iskeletinin bacağında bir kırık olduğu ve sonradan kaynadığı da belirlenmiş. Bu, kediseverlerin de