Bu ülkeye kültür ve sanat alanında katkıda bulunmayı isteyen, böyle bir derdi olan herkesi heyecanla takip ediyorum. Şifa niyetine sanatın peşine düşen herkesi kutluyorum. İşte tam da bu niyetlerle yola çıkan bir arkadaş grubu; Mert Fırat, Didem Balçın, Harun Tekin ve Koray Candemir, ‘Das Das’ adını verdikleri yeni mekanda kendilerine özgü bir sanat alanı yaratıyorlar.
Onlar zaten eski arkadaş ve hayata aynı pencereden bakıyorlar. Zaman zaman birlikte iş yapıyorlar veya birbirlerinin işlerini yakından takip edip, destek veriyorlar. Das Das için yola çıkan bu ekipte, restoran işletmeciliği ve eğlence dünyasının dinamiklerini iyi bilen bir isim, Muzaffer Yıldırım da yer alıyor. Çünkü Batı Ataşehir’de açılan mekanda, gastronomi, canlı performans, tiyatro ve atölye çalışmaları için farklı alanlar bir arada bulunuyor.
“Neden Das Das?” diye sorduğumda, Harun Tekin pek güzel anlatıyor: “Bu adın derin bir anlamı, hatta bir anlamı dahi yok ama orada yazılacak özgün hikayelerle anlam kazanmasını arzu ediyoruz.”
Nitekim tiyatro sahnesinin açılışını, kendi prodüksiyonları olan dört oyunla yaptılar. Kafka’nın ‘Dava’sından uyarladıkları ‘Joseph K’ ilk oyunları. ‘Kayıp El’,
Türkiye’de düzenlenen en önemli uluslararası sinema etkinliği İstanbul Film Festivali başladı. Böyle yazınca, gayet resmi bir başlangıç gibi algılanabilir. Ama işin aslı, ülkemizin en samimi sinema etkinliği,
36 yıldır biriktirdiği dostlarıyla yeni bir festivalin daha kapılarını açtı. Geçtiğimiz salı akşamı TİM Maslak Show Center’da düzenlenen açılış töreni, bugüne kadar katıldığım en güzel gecelerden biri olarak aklımda yer etti.
Hem anma hem teşvik
Yıllardır büyük bir özen ve öngörüyle dünyadaki film festivallerinden en iyileri seçerek Türkiye’de sinemaseverlerle buluşturan başta Kerem Ayan olmak üzere tüm film festivali ekibinin eline sağlık. Onlar bu festivali sinemaya, sanata duydukları sevgiyle ve tabii ki yıllardır edindikleri vizyonla hazırlıyor. Türkiye sinemasının gelişimi, yeni sinemacıların ve sinemaya ilgi duyanların dünyaya paralel bir görgüyle yetişmesi için misyon üstleniyor. Öyle ki bugünün usta sinemacıları İstanbul Film Festivali’ni okul olarak tarif ediyor. Dünyadaki film festivallerinde sinemamızı görünür kılan başarılı yönetmenlerimizin birçoğu, önce İstanbul Film Festivali’nin tedrisatından geçiyor. Yarışma bölümleri ilk filmini çeken yönetmenler için kendini
Türkan Şoray’ın adını hiçbir zaman tek başına anmadık biz. O’nu hep, ‘Türk sinemasının sultanı’ olarak bildik, öyle koruduk gönüllerimizde. Şoray da hiç vazgeçmedi sinemadan. Her daim sinemada olmak, onun için üretmek istedi. Başka türlüsü olamazdı. Çünkü kendi anlatımıyla; Türkan Şoray kişiliğini, kimliğini sinemayla buldu. Adına kitaplar yazıldı, tezler verildi ve filmleri derslere konu oldu. Hep söylediği gibi başka bir hayatı yoktu, hayatı sinemadan ibaret oldu. O yüzden gün geldi, yaşadıklarını kendisi kaleme aldı. Satır satır, kelime kelime paylaştı başından geçenleri. Adına ‘Sinemam ve Ben’ dedi, sinemayla dolu anılarını yazarken, aslında özelini, hayatının bilinmeyenlerini anlattı. Deyim yerindeyse; Türkan Şoray hayatını bir film şeridi gibi gözler önüne serdi.
Şimdi ‘Sinemam ve Ben’ yenilenen baskısıyla Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından okura sunuluyor. Şoray, kitabının değeri bilindiği için çok mutlu. Biz de, onunla geçen o güzel yıllarımıza sahip çıktığı için İş Bankası’na müteşekkiriz. Üstelik, daha fazla okura ulaşabilmesi için bu kez eserin satış fiyatı da düşük tutuldu.
Fakat gelin görün ki, Türkan Şoray’ın son açıklamalarındaki serzeniş içimizi biraz
Ana akım sinemada romantik aşk hikayelerinin ayrı bir yeri olduğu muhakkak. Üstelik çoğu kez benzer hikayeler tekrar tekrar film oluyor. Yine de ne anlattığın kadar nasıl anlattığın da önemli. Bu hafta vizyona giren ‘Sonsuz Aşk’ bu tarife uyuyor. Geniş hayran kitleleri olan iki isim Fahriye Evcen ile Murat Yıldırım’ın başrolleri üstlendikleri proje, tüm klişelere rağmen, sezonun iddialı aşk filmlerinden biri olmaya aday gözüküyor.
‘Sonsuz Aşk’ın hikayesi, bir klasik olan ‘Love Story’ tadında. Ağlatmaya kararlı ama dramı yerinde, ajitasyonu dozunda tutuluyor.
Evcen ve Yıldırım daha önce başka yapımlarda yan yana gördüğümüz bir çift değil. Dolayısıyla birbirine en yakışan ikili kolaycılığına kaçmadan, sürpriz bir uyum yakalanıyor. Hayat verdikleri Zeynep ve Can karakterlerinin oyunculuk anlamında ezber bozan bir yanı yok. Murat Yıldırım’a karizmatik erkek, Fahriye Evcen’e naif kız rolleri her daim yakışıyor. Evcen ‘en güzel ağlayan aktris’ unvanını korurken, Yıldırım’ın aşkına ağladığı sahneler bir o kadar yüreğimize dokunuyor.
Benim için filmin artısı, romantik sahnelere fon oluşturan Cunda sokakları oluyor. Uzun süredir ayrı kaldığım Ege’nin mütevazı cenneti Cunda burnumda tütüyor.
İst
Her ülkenin halkı gülmek istiyor. Sinemada da en fazla komedi izleniyor. Fransa’da bile 20 milyon seyirciye ulaşan film yine komedi türü oluyor. Türkiye’de zaten ana akım sinemanın lokomotifi hep komedi filmleri. Bunda hiçbir beis yok belki ama hiç olmazsa biraz yaratıcılık olsun. Çünkü aslında gülerken de güldürürken de gelişebiliriz.
Mesela, Yılmaz Erdoğan yıllar önce kaleme aldığı, Demet Akbağ ile birlikte uzun süre kapalı gişe oynadıkları ‘Haybeden Gerçeküstü Aşk’ı filme çekti. Kadınla erkeğin hikayesini ya da varolduklarından bu yana süregelen aynı hikayeyi, bu
kez dört ayrı çift üzerinden anlattı. Akıllıca bir kurguyla, kadınlara ve adamlara isim bile vermedi. Çünkü onlar değişse de bu hep böyle yaşandı. Erdoğan, bu klasik hikayeyi her biri birbirinden yetenekli kadroyla, kahkahalarla izlenen en komik diyaloglarla seyirciye sundu.
Gupse Özay, Şebnem Bozoklu, Büşra Pekin ve Aylin Kontente, en komik kadınlık hallerimizi oynadı. Serkan Keskin, Fatih Artman, Bülent Emrah Parlak ve Çağlar Çorumlu ise değişmez erkeklik hallerini canlandırdı. Belli ki Köyceğiz’de Yılmaz Erdoğan’ın yarattığı ‘organik set’teki güzel enerji, filmin her karesine yansıdı. Velhasıl, ‘Tatlım Tatlım’,
8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün amacına hizmet edebilmesi için birçok farklı mecrada, günlere yayılan farklı etkinlikler düzenleniyor. 1900’lerden bugüne, kadının toplumsal ve bireysel olarak hak ettiği eşit konuma kavuşması için mücadele sürüyor.
Birleşmiş Milletler, dünya genelinde kadın-erkek eşitliği için 2030 yılını hedef alıyor. Belli ki, tüm dünyada daha çok yol alınması gerekiyor. İşte bu yüzden, geleceğe umutla bakabilmek için pes etmeden hakkını arayan kadınlara ve onlara destek veren akıllı erkeklere ihtiyacımız var.
Bilime adını yazdırdı
Kadın-erkek eşitliği konusunda iş dünyası da sorumluluk alıyor. Nitekim, Sabancı Holding’in bu yıl düzenlediği ‘Hayata Yön Verenler’ toplantısında dinlediğimiz ilham veren başarı hikayelerinin ardından, bu ülkenin kadınlarına olan güvenim daha da artıyor. Yüz yıl önce, milletinin bağımsızlığı için korkusuzca cepheye giden ve yeni bir ülkenin kuruluşunda cesaretle önde olan Türk kadını, şimdi de gelecek nesiller için aklını ve gücünü kullanacak elbette. Münferit başarı hikayelerini önemsiyorum. Yurt içinde ve dışında başarılarıyla anılan, hedeflerine ulaşan kadınlarımızı tanımak ve tanıtmak gerektiğine inanıyorum.
Örneğin; Profesör Feryal
Ferzan Özpetek’in yeni filmi ‘İstanbul Kırmızısı’ bugün vizyonda. Belki de Özpetek’in uzun soluklu ‘İstanbul Kırmızısı’ yolculuğu demek gerekiyor. Önce kitabını yazdı. Kitaptan yola çıkıp, hikayeyi dönüştürerek, senaryolaştırdı ve filme çekti. Böylece tüm çıplaklığıyla kendini, hayatını ve hayatını etkileyen insanları anlattı. Mehmet Günsür’ün dediği gibi, “Cesaretle eteğindeki taşları ortaya döktü.”
Filme dair eleştirmenlerin çokça sözü olabilir. Bense
filmi seyredip, Özpetek ve başrol oyuncularıyla sohbet ettikten sonra bana kalanları yazmak istedim.
- ‘İstanbul Kırmızısı’, Türkiye’de bugüne kadar görülmemiş bir yıldızlar geçidi, şehrin bambaşka bir resmi.
- Ferzan Özpetek, tümüyle Türk ekiple çalışıp, tamamını İstanbul’da çektiği için “İlk Türk filmim” dese de, o hâlâ İtalyanca düşünüyor, İtalyanca yazıyor. Dili ve coğrafyası Türk olsa da, bu filme hakim olan yine Özpetek’in ‘İtalyan ruhu’.
- Oyuncular onunla çalışmanın hazzını yaşıyor. Hatta Nejat İşler için bu film, ikinci baharının sebebi ve açıkça söylüyor; bir daha hiç çalışmayacağını düşünürken,
onu yeniden işe döndüren Özpetek olmuş.
- Yönetmen ise, ilk kez çalıştığı Türk oyunculara hayran. Filmin İtalya’daki gösteriminde, o
Geçtiğimiz haftadan aklımda kalan en güzel anlar Sakıp Sabancı Müzesi’nde geçirdiğim saatler oldu. ‘Feyhaman Duran: İki Dünya Arasında’ başlıklı sergiyi, Nazan
Ölçer’le gezmek bir ayrıcalıktı. Duran, en fazla bilinen yanıyla Türk sanat tarihinde portreciliğin öncü isimlerinden biri. SSM’de sanatseverlere sunulan Feyhaman Duran sergisi, sanatçının az bilinen yönleriyle, geç Osmanlı’dan genç Cumhuriyet’e uzanan, farklı dünyaların tüm yansımalarıyla gelişen hayatını gözler önüne seriyor.
Portreden manzaraya, natürmorta ve hat sanatına kadar uzanan geniş bir yelpazede hiç aralıksız üreten bir sanatçının, hem Doğu’dan hem Batı’dan taşıdığı renklerin izini sürüyor. Üstelik zannedildiği gibi arafta kalmadan, 1914 kuşağının öncüsü bir Usta’nın sanatının zenginliğini anlamamıza da sebep oluyor.
İşte tam da bu yüzden serginin başlığı; ‘İki Dünya Arasında’. Bu başlık, ne Doğu’yuz ne Batı’yız diye ortaya koyduğumuz, bugün bile makus talihimiz diye düşündüğümüz algıyı yıkıyor. Çünkü Duran, her iki dünyanın da ona kattıklarını sanatına yansıtmış, çelişkiye mahal bırakmayan en güzel eserleri yaratmış.
Bugün sergiyi gezerken bize düşen ise bir sanatçının iki farklı dünya arasındaki deneyimine