Aklım durdu... Yazıya nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Okuduğunuz bu cümleyi yazmadan önce onlarca şey geçti aklımdan. Yazdım sildim, yazdım sildim. Çok soğudu hava ama “üşüdüm, üşüdük” demek utandırıyor hepimizi. Ülkemizde yaşanan deprem felaketi hepimizin kolunu, kanadını kırdı. Hatay’da, Malatya’da, Adana’da, Diyarbakır’da, İskenderun’da, Gaziantep’te, Adıyaman’da, ülkemizde yaşayan herkesin bir akrabası, tanıdığı, dostu, arkadaşı, kardeşi var. Ateş düştü bu felaketle yüreğimize. Ama yeniden ayağa kalkacağız. Birlikte başaracağız bunu. Tüm ülke sarılacağız birbirimize, kalbimizle ısıtacağız üşüyen kardeşlerimizi. Ekmeğimizi, aşımızı paylaşacağız.
Afetin ilk anından itibaren İzmirliler tüm Türkiye gibi yardımlarını ulaştırmaya başladılar deprem bölgelerine. Esnaflar gıda malzemesi tedariki sağlarken aşçılar bu malzemeleri sıcak yemeğe dönüştürmek için gittiler kardeşlerimizin yanına. Bölgeye gidemeyen bizler maddi yardımlarımızı ulaştırmanın telaşındayız hala.
Saatte bir tane!
Ön
Yaz aylarının güzelliği, deniz, kum, güneş gerçekten tartışılmaz. Fakat gel gelelim kış olmasa yazın, sonbahar olmasa ilkbaharın kıymeti olmaz. Evet ben de pek severim yazı ama kışın dinginliğini ve sükûnetini de hiçbir şeye değişmem. Hele bazı yerler var ki, kış aylarında orada olmak benim için ayrı bir keyif. Mesela Söke Doğanbey Köyü, Karina, Didim, Ayvalık...
Yaz ayları da pek güzeldir buralar ama kış ayları bana göre bi ayrı güzeldir, keyiflidir. İki hafta önce Çanakkale’ye gittim. Önce otobüsle gitme düşüncem vardı ama sabah uyandığımda bu yolculuğu yolda mola vere vere, keyifle kendi aracımla gitme kararı aldım.
Normal koşullarda Çanakkale’ye özel araçla üç, üç buçuk saatte gidilir. Bilen bilir ben böyle bir yolu minimum 6 saatten önce tamamlayamam. Çünkü ne zaman hoş bi manzara görsem durur seyrederim. Güzel bi ürün görsem durup ilgilenirim, yemek ise tadarım, insanlarla sohbet ederim. İşte tam bu kafayla, otobüsle gitmekten vazgeçip, kendi aracımla
Dilimde tüy bitti, karavan diye diye.
Sakalım olsa dinlenirdi diyeceğim ama o da olmuyor, ak sakalımla dedim yine duyan olmadı.
Serzenişimin nedenini söyleyeyim hemen. Çok uzun zamandır yakaladığım her ortamda ve bu köşeden barım barım bağırıyorum; İzmir’in, İzmirlinin bir karavan sorunu var, çözülmesi lazım.
Duyan var mı?
Sanmıyorum.
Aa durun durun, haksızlık etmeyelim bazı hamleler var.
Örneğin geçen yaz Çeşme’ye karavanla girmek yasaklandı.
Bi kaç hafta önce bi fırsat yakalayıp köyüme Çınardibi’ne gittik maaile. Çok seviyoruz orada olmayı. Ancak işten, güçten fırsat bulup, şöyle 10, 15 gün üst üste kalamadık bi türlü.
Bayındır’a baylı köyümüz Çınardibi. İzmir Mavişehir’e 70, Kemalpaşa Armutlu’ya 14, Bayındır’a 14 kilometre mesafede orman içinde, denizden 800 metre mesafede bir köy, yeni tanımıyla mahalle burası.
Dedim ya pek öyle uzun zaman geçiremedik henüz ama her fırsatta yeni insanlarla tanışıp, yeni keşifler yapmaya çalışıyoruz Çınardibi’nde…
Köyümüze çıkan bütün yolları çok seviyoruz ama en çok Armutlu’dan Çınardibi’ne, tabir yerindeyse bir yılan gibi kıvrılan 14 kilometrelik yola aşığız.
Çeşmeler...
Armutlu merkezden, köşedeki marketten sağa döner dönmez başlıyor yolculuk. Bi 800 metre sonra evler seyrekleşiyor. Bakkalların şekli şemali bile değişiveriyor. Biz çocukken, kavun dilimli, renkli toplar vardı ya bakkalların önünde,
Köfte benim kırmızı çizgim! Artık durumum ifşa oldu, köfteye olan aşkımı bilmeyen kalmadı.
Trenle, otobüsle, kendi aracımla sık sık Akhisar’a sırf köfte yemeye gittiğimi de biliyor herkes. Ama bence bilinmeyen bi şey var. Ya da çok bilinmeyen bi şey diyelim. O da Akhisar’ın tam bir gastronomi şehri olduğu. En azından bana göre öyle.
Önceki hafta Akhisar’daydım yine. Bir köfte macerası için iki köfteciyi ziyaret ettim. Biri, Dayıoğlu Kasabı Muhtar’ın yeri, diğeriyse Can Köfte. Dayıoğlu’nun kasap köftesinin benim hayatımda çok özel bir yeri var. Onu hiçbir köfteyle kıyas etmem.
Ancak Can Köfte, Ali Osman Garipcan’ın köftesi de kalbimin en müstesna yerinde tahtına oturdu desem yalan olmaz.
Daha önceden de gitmişliğim var Can Köfte’ye ama bu kez Ali Osman abiyle köftenin yapılışından, müşterinin önüne gidene kadar, neredeyse bir tam gün birlikte olduk.
“Titiz...”
1980 yılında Ali Osman Garipcan tarafından kurulmuş Can Köfte. Ondan öncesinde köftecilik bilgisi sadece Akhisar&rs
Sanıyorum köfte benim kaderim! Çocukluğuma dair en belirgin anılarımdan biri köfte. Instagram maceramın başlangıç noktası köfte. Bu aralar bir digital platform için hazırladığımız programın ana konusu köfte. Ve son olarak yeni yıla girerken yediğimiz aile yemeğinin baş aktörü yine köfte...
Ee, ben şimdi köfte kaderim demiyeyim de kim desin? Geçen hafta, 2022’nin son haftası sözünü ettiğim köfte programı için Eskişehir’deydim. Program için önceden belirlediğimiz Tatlıdil köftecisine gittik. Google’da çok güzel yorumları olduğunu gördüğüm bu dükkanı çok merak ediyordum. Bir de 1932’den beri sadece kendi adıyla, yani herhangi bir yörenin köftesini yapmadan günümüze kadar nasıl gelmiş merak içindeydim. Sabahın ilk ışıklarıyla Bursa’dan Eskişehir’e yola çıktık. Tabi benim aklımda hep köfteci. Günün ilk ışıklarıyla da girdik Eskişehir’e.
Hızlıca program anonslarımızı çektik. Ve doğru Tatlıdil Köftecisi’nde aldık soluğu. 1932
Son üç, dört yılımı yaşanmamış sayıyorum. Ben öyle sayıyorum da zaman hiç öyle demiyor. O, hiçbir şey olmamış gibi yolculuğuna devam ediyor. Yaşam alanımız dünyanın başında bir sürü dert vardı. Bu yetmezmiş gibi bir de korona belası eklendi. Çin’de görülmeye başlandığında, hiç buralara kadar geleceğini düşünmemiştik. Televizyonlarda günlük hayatta maske takanları gördüğümüzde “Bu ne yahu!” dediğimi hatırlıyorum.
Oğlum Efe’nin doğum gününden bir gün önceydi. 13 Mart’ta Bostanlı sahilde kutlama yapıyorduk. Hiçbir şey yoktu o gün. Sonra bi anda sessizliğe büründü sokaklar! Aylarca evlerimizden çıkamadık. Zor günlerdi. Hem de çok zor...
Her zorluk bir şey öğretir ya insana. Çok şey öğrendik evlerimizden çıkamadığımız sürece. Aile olmanın önemini anladık bi kere. Sonra yalnızlığın ne zor olduğunu, tarımın, toprağın, havanın, suyun, üretmenin, kendi kendine yetebilmenin farkına vardık. Çok şey kaybettik belki ama kocaman bi
İnsana televizyondan samimiyet geçer mi? Bence evet! Lütfen bi yanlışım varsa düzeltin. Bugüne kadar televizyon dünyasından iki insan girdi evlerimize. Hiç koşulsuz kabul ettik onları. Biri Beyaz, Beyazıt Öztürk, diğeriyse bir İtalyan, Danilo Zanna. Televizyonda onları izlerken içtiğimiz çayları sanki birlikte içiyormuşçasına yudumladık hep birlikte. Yolda bi yerde gördüğümüzde hiç çekinmeden gittik yanlarına. Sanki daha dün akşam aynı sofrayı paylaşmışız gibi samimi davrandık kendilerine. Onlar da büyük teveccüh gösterdiler, televizyonda gösterdikleri samimiyeti, “büyük bir sabırla” gerçek yaşamlarında da sürdürdüler ve sürdürmeye de devam ediyorlar. Sabırla diyorum çünkü hiç kolay bir iş değil kendi gerçek yaşamının içine giren tanımadığın insanlara tahammül göstermek!
Pazar günü İzmir İstinye Park AVM’deydim bir gurup arkadaşımla. Şef Danilo Zanna’nın Filo D’olio adlı restoranına konuk olduk. Aslında uzun uzun sohbet