Wes Anderson imzalı bir animasyonun standart ölçülerde olam(a)yacağı kesindir. Anderson’un nevi şahsına münhasır yaratıcılığı, masal anlatıcılığı devreye girdiğinde hep beklenmeyen şeyler ortaya çıkmıştır.
Geçmişteki yapımlarından “Tenenbaum Ailesi”, “Yükselen Ay Krallığı”, “Budapeşte Oteli” filmlerini anımsadığımızda onun titizlikle ördüğü kadrajlarda renk, obje ve kostümlere verdiği önem karakterlerinin zamansız dünyalarını tamamlar. Zamansız, masalsı anlatımı yetişkinliğin nostalji dünyasını ve çocuksuluğun hayalciliğini kapsar. Hızlı kurgusu ve detaylarla dolu kadrajları seyirciden üstün bir odaklanma talep eder.
Köpek Adası Yönetmen: Wes Anderson
Bu kez “Köpek Adası” ayni talepte bulunuyor. Animasyon evreninde çok farklı bir yerde duruyor. Yaratıcılık her kadrajda o kadar zengin ki seyirci neyi takip edeceğini şaşırıyor. Kendi adıma ikinci kez izlerken birçok yeni detayı yakalayacağıma inanıyorum.
***
“Köpek Adası” oldukça politik bir hikaye anlatıyor. Faşizmin ve diktatörlüğün hüküm sürdüğü Japonya’da köpeklerde ortaya çıkan hastalık sonrası vali Kobayashi köpekleri açıklardaki bir çöp adasına toplatır. Burada ölüme terk edilen köpeklerin hayatı adaya köpeği Spots’u aramaya gelen
LCD Soundsystem, 2000’li yılların en dikkat çekici elektronik beat/rock/post punk gruplarından biri oldu. Daha 2005’teki ilk albümlerinde yer alan ‘Losing My Edge’le, öldü bitti denilen disko müziğine yeni bir nefes getirdiler. Disko müziği kökenlerini synthe, drum/bas, rock füzyonuyla inanılmaz ritimlere uçurdular. Şarkı sözleriyle de ilham verici 68 kuşağının çağırışları doluydu, “Ben oradaydım ve bir şeyler yaşadım tüm Beach Boys şarkılarını, tüm Underground şarkıları dinledim” şeklinde akıp gidiyordu. Gerçekten LCD müziği, o yıllardan başlayarak 2000’lere atılmış bir köprü gibiydi. Elektrobeat ritimler, en hareketsiz adamın bile kafasını sallatacak güçteydi. ‘Daft Punk is Playing At My House’ bu albümden benim favori şarkım oldu. Arkasından gelen 2007 albümü ‘Sound of Silver’ aynı başarıyı yakaladı, hatta yukarı taşıdı. Müziğin arkasındaki adam, James Murphy idi. İşlere 90’larda girmiş, önce ortalama bir hard core müzik yapan Pony, sonrasında Speedy grupları özgeçmişinde dikkat çekiyor. Sonrasında kurduğu stüdyoda yapımcılık işleriyle uğraşırken müzik programcısı yine yapımcı olan Goldsworth’le çalışmaya başlar. LCD Soundsystem de böylece kurulmuş olur.
2010 üçüncü albümleri
"Muhteşem Kadın" bu yıl yabancı dilde film Oscar’ını kazanırken bana da sürpriz yapmıştı. Kesinlikle favorim değildi. Akademi üyelerinden büyük bir farkla oyları toplayıp, heykelciği Şili’ye ilk kez götürdü. Şilili yönetmen Sebastian Lelio önceki filmi “Gloria”da aşkı bulmak için çabalayan, varoluş mücadelesi veren, 50’li yaşlarda özgür ruhlu bir kadının hikayesini anlatmıştı. Bu kez Trans bireylerin karşılaştıkları zorlukları, şiddeti, muhafazakar tepkileri anlatırken evrensel bir sorunu Şili özelinde yansıtıyor. Böylesine çetrefil bir hikayeyi anlatırken de, en büyük desteği başrol oyuncusu, gerçek yaşamında da trans birey olan Daniela Vega’dan alıyor.
***
İleri yaştaki sevgilisinin yatağında ölmesi Trans Marina Vidal’ın hayatını allak bullak eder. Bir yanda çok sevdiği adamın kaybı diğer taraftan onun üst orta sınıf ailesinin tacizleri zor yaşamını daha da zorlaştırır. Polis dahil herkesin tacizlerinden bıkan Marina işleri kendi yöntemleriyle halletmeye karar verir.
Yönetmen Lelio bir kez daha baskıya karşı direnmeyi, hayatta kalma çabasını yücelten anlatımıyla seyircinin sempatisini kazanıyor. Filmin en büyük başarısı da böylesine tartışmalı bir konuda seyirciyi yanına alması.
Yer
Epic Fair, 3. yılında üstüne koyarak geliyor. Kentin en büyük eksikliği, gençleri kucaklayacak müzik festivalleri yıllardır yazdığımız, söylediğimiz bir gerçek... Epic Fair, tüm yalnızlığına ve dar imkânlarına karşın Fuar Kübana ve Ada’da üçüncü kez sahne alıyor. İmkânsızlık derken, belediyenin ve kültüre uzak şirketlerin durumlarından bahsediyorum. Tamer Varis ve Publiko, her şeye rağmen yollarına devam ediyor. Kimler var programda, bir göz atalım:
Orlando Julius ve The Heliocentrics: Afrika müziğinin gelişmesinde ve popüler olmasında çok az sanatçının Julius kadar emeği geçmiştir. 60’lı yıllarda başladığı bu misyona hâlâ devam ediyor. Daha o yıllardan başlayarak geleneksel Afrika müziğini pop soul ve blues ile birleştirmeye başlamış. Amerika’da efsane The Crusaders ile çalışmış bir müzisyen. Nijerya kökenli müzisyen, ülkesinde çok sevilmesine karşın 2000’li yılların başlarına kadar uluslararası alanda çok tanınmaz. Afro Soul türünün gündeme oturmasıyla eski albümleri tekrar baskıya girer. 2014’te Londra’da The Heliocentrics ile yaptığı ‘Jaiyede Afro’ albümü adını patlatır.
Viagra Boys: Enerji patlaması yaşayan ve yaşatan gruplardan biri de Viagra Boys... Stockholm kökenli grup,
Margarethe von Trotta, kariyeri ödüllerle dolu bir Alman kadın yönetmen. Dram ve otobiyografik filmleri arasında Katrina Blum’un Kaybolan Gururu (1975), Rosa Luxemburg (1986), Rosenstrasse (2003), Hannah Arendt (2012) benim en sevdiklerim oldu. 76 yaşında, kariyerinin ilk komedisini ve ilk İngilizce konuşulan filmini Eski Kocam(ız) ile yapmış. Ve filmin orijinal adındaki Nick karakterine hayat veren oyuncu da Haluk Bilginer olmuş.
Öykü, New York’ta geçiyor ve kadın oyunculardan Ingrid Bolse Berdal Norveçli, Katja Riemann ise Alman. Eski model Jade (Berdal) varlıklı kocası Nick’in (Bilginer) yardımlarıyla kendi moda evini kurar. Nick’in genç bir mankene gönlünü kaptırmasıyla ayrılık gelir. New York’taki göz alıcı, modern evlerine günün birinde ilk eşi Maria (Riemann) çıkagelir. Evin paylaşımında yarısı hukuken ona aittir. Bir süre sonra da kızı ve torunu, ev halkına eklenir.
Eski eşleri oynayan kadın karakterler arasındaki mücadele şeklinde geçen bir komedi. Hollywood komedilerinde çok örneği olan bir öyküye Trotta oldukça ciddi yaklaşıyor. Farklı dünyaların kadınları Jade ve Maria. Hırslı ve yükselme savaşı veren Jade karşısında entelektüel ve basit yaşamı seven Maria... Her
New Music Express dergisinde 60-70’li yıllarda fotoğrafçı olarak çalışan Alec Byrne ‘The Unseen Archive’ adıyla bir kitap yayımladı. Zamanın dev isimleri David Bowie, Led Zepplin, The Beatles, The Rolling Stones, The Who, Jimi Hendrix, The Kings ve Marc Bolan’la hiç görülmemiş, yayımlanmamış fotoğraflar olan bir kitap...
Byrne, 70’lerin ortasında Londra’dan Los Angeles’a göç eder. Orada sinema fotoğrafçılığına başlar. Londra’da çektiği fotoğrafların büyük bir bölümü, bürosunda çıkan bir yangında kül olur. Diğer bir bölümü, Kaliforniya’ya giderken çıkan fırtınada sulara gömülür. Bu kitapta yayımlananlar mucize eseri garajında bir kutu içinde sağlam kalanlar.
1968 yazındaydı ve Rolling Stones’tan Mick Jagger ilk filmini çekiyordu. ‘Performans’ filmi, kapalı bir sette Londra’nın batısındaki Knightsbridge’de bir evde çekilmişti. Genç müzik fotoğrafçısı Alec Byrne, bir şekilde gizlice içeri girmeyi başarır. Daha 19 yaşındaki genç fotoğrafçı, bir sonraki olaylar için hazırlıklı değildir. Byrne, olayı şöyle anlatıyor: “Oraya girdiğimde, çalışan insan kalabalığının arasına karışarak etkinliğin odaklandığı yere doğru akışı takip ettim ve aniden küçük bir yatak odasında kendimi buldum. Mick
Bağımsızların kalesi sayılan Sundance Film Festivali’nde Dünya Sineması Büyük Jüri Ödülü kazanan “Kelebekler” son yılların en ilginç Türk filmlerinden birisi. En son “Sarmaşık” ile hafızalarımıza yerleşen Tolga Karaçelik, üçüncü uzun metrajında yaratıcılığını ve yeni bir sinema dili arayışını ustaca sergiliyor.
Mizah ve aile dramının iç içe geçtiği, absürd yaratıcılıklarla süslenmiş bir hikaye anlatıyor. Uzun yıllardır bir araya gelmeyen üç kardeşin, yine 30 yıldır görmedikleri babalarının çağrısı üzerine doğdukları köye geri dönmelerinin hikayesi. Her şeyin kulağa sıradan geldiği bu öyküde en orijinal yönler absürd olayların ve iyi işlenmiş yan karakterlerin karşımıza çıkması oluyor. Bir de tabi ki komediyi zirveye taşıyan finali.
***
Karaçelik gitmek istediği en uç noktaya kadar taşıyor kara mizahını; uzaya çıkamayan astronot, patlayan tavuklar, kara delikleri sorgulayan imam, kör çoban, ölen kelebekler... Her absürd unsurun metaforik bir anlamı var mı? Olmasa bile hayat içinden anlar diyebiliriz. Karakter yaratmakta da sorunu yok, yan karakterlerde de çok özenli. Hayatın kendisi gibi acı ve tatlı anları arka arkaya sıralıyor. Komedi anlarında gerçekten çok parlayan film dramatik
Pentagram, akustik turnesinin İzmir ayağında, Mavibahçe’de Sold Out Performance Hall’de alametifarika parçalarını seslendirdi. Pentagram, memleket sınırlarında rock/metal türünde ilklere imza atmış bir grup. 1986 yılında gitarist Hakan Utangaç ve baterist Cenk Ünnü tarafından kurulur. Daha sonra, basta Tarkan Gözübüyük ve gitarda Ümit Yılbar katılır gruba. İlk konserleri olaylı biter. İstanbul Bağcılar semtindeki bir düğün salonunda çaldıkları trash metal parçalarla coşan seyirci, masaları ve sandalyeleri kırar, zararı ceplerinden öder grup elemanları. Tüm ülke için zor geçen 80’lerin sonunda grup, ilk albümünü İngilizce çıkarır. Hedef malum, yurtdışına da zıplamaktır. Toplamda 30 bin adet satılır. Heavy metalin büyüdüğü, 90’lı yıllarda grup ‘Trail Blazer’ albümünü çıkarır. Yeni solistleri Ogün Sanlısoy ve gitaristleri Demir Demirkan’dır. 95’te her ikisi de solo kariyerleri için ayrılır ve vokale Murat İlkan katılır. 97 albümleri ‘Anatolia’ 100 binin üzerinde satılır. Artık metal bizim toprakların motifleriyle harmanlanmıştır ve tamamen Türkçe sözlü olan ilk albümleri ‘Bir’ 2002’de çıkar. Bu albümden ‘Bir’ ve ‘Şeytan Bunun Neresinde’ grubun klasikleri arasına girer. Bir süre