Batista - Berkant - Perez

16 Ocak 2002


<#comment>Galiba yirmili dakikaların başlarıydı. İlk resmi atak, ilk şut, ilk direkten dönen top ve direkten dönene Ümit’in volesi... Seyirci de havaya girdi, takım da... İki - üç dakika sonra da Batista’nın mükemmel golü geldi. Ve hemen sonra da golsüz golcü Ümit’in gollenmesi... 2 - 0 olmuştu...
Otuzuncu dakikada işlem tamamdı sanki... Orhan Ak’ın kızarması, Kocaeli’nin on kişi kalması. Üstelik Kocaeli’nin solundaki Serdar’ın bitirim kahvesinin erketecisi gibi gelene geçene sulanması... Kocaeli maçı bırakmak üzereydi. Gerçi Serdar daha sararmamıştı ama, Ali Aydın da sarartmadan kızartıyordu. Devre bitmeden Ayew’in golü geldi. Sonra Arif’in boş kaleye boş verip, autu seçmesi. Biten maç yeniden başlamıştı. Galatasaray’ın orta sahasında beş kişi, Batista’nın nüfus cüzdanında dört ismi vardı. Joac Batista Casemir Maroues... Üstelik Brezilyalı her ismi için ayrı oynuyordu. Dört kişilik ufak bir minyatür takımı gibiydi. Üstelik forması da dört numaraydı. Devre biterken Berkant’ın ara pası, Batista’nın rakibe çarpıp gol olan ortası... Ve üçüncü gol... Koşan Galatasaray’ın coşana dönmesi, önümüzde gözünün önünde adam öldürseler tınmayacak gibi oturan Sergen’in bile ayağa kalkması,

Yazının Devamı

Yeni Camii ve dilencileri

11 Ocak 2002


<#comment>Sabah gazetesinde Haluk Ulusoy yine esmiş gürlemiş. Neymiş, adam başı 100’er milyar mı, yoksa 100’er bin dolar mı, neyse ne... Azmışmış da, sponsorlardan yardım mı isteyecekmiş neymiş. Bu çocuklar herşeye layıkmışmış da. Ne verseler helalmiş de... Mımmış da, mişmiş anlayacağınız.
Hani Avusturya maçından sonra Allah’ıma teşekkür ederim demişti: "Allah’a çok şükür". Devam etmişti: "Allah yardım etti, Allah bizi mahçup etmedi"... Herşeyi Allah’a bağla, primleri futbolcuya sağla. Niye? Git o zaman yeni camiinin avlusuna, dilen sponsorlardan ne dileneceksen. Sonra ver fitreni, zekatını ihtiyacı olana, hiç olmazsa. Hem sevap işlersin, hem de her cümlede ismini olur olmaz geçirdiğin Allah’ın da hoşuna gider. İnsanı kendi milli takımından ancak böyle soğuturlar vallahi. Bütün ülkeyi sonunda "Kos - ta - ri - ka" diye bağırtacaklar bunlar. Ya da mesela, Çin bir gol atarsa 60 milyon elimizde bardaklarla "çin çin" yaptırıp, sevinçten dans ettirecekler sonunda. Cip, mip; Prim, mirim; Dolar, molar yeter ya. Kendi sponsorundan nefret eden ilk milli seyirci de biz olacağız bu gidişle.
Çözüme gelelim. Deliysek de aptal değiliz deyip, Ulusoy’a iki tavsiyeyle bağlayalım. 1. Sen,

Yazının Devamı

Bir fön ve Pino Daniele-I

4 Ocak 2002


<#comment>Lakabı - Köyün Delisi
İsmi - Bilgin Gökberk
Tipi - Resimdeki gibi
BU üç satır yeter de artar bile sizlere, belki de. Hani her yazı sonrası kem gözlerle süzenlere kilolarca hakaretle üzenlere ve tabii kendi sığ denizlerinde yüzenlere. Fazla bile bu üç satır size ama üstü kalsın. Geri kalanlar da, kimlerse onlar, lütfen aşağıdakilerden alsın.
Ufak bir sütuna hisler, duygular da girecek bundan sonra her cuma. İsterseniz biri bizi gözetliyor, isterseniz delinin biri kendini özetliyor. Ne derseniz deyin. Bugün yılbaşı haftası. İşler kesat bakın. Biraz da buralardan yakın. Hani köşe üç beş dakikanızı alır, kolaydır okumak. Peki ya onu dokumak. İşte bir örnek. Mesela bu yazı. Ve tabii Köyün Delisi aldı sazı. 2 Ocak 2002. Üstelik saat de gece yarısı iki. Sadece küçük bir bölüm. Son günlere sıkışan, arka arkaya üç ölüm. Üç can dostum, üç can arkadaşım üstelik. Hadi baştan alalım. 2001 Ocak’a dönelim. Ve bir ara başlık yapalım. Her zamanki gibi hem sizin için iyi olur, hem bizim için, hem de köşemiz için.

Yazının Devamı

Davetlere niye gıcık kapıyorum ?

28 Aralık 2001


<#comment>Efes’in Naumoskili dönemiydi. Efes Pilsen salonlarda, Efes Tur’da dışarıda racon kesiyordu. Takımla seyahat eden gazeteciler döneminin altın çağıydı. Seyahat, önceleri utanç vericiydi. Anlı şanlı ağabeylerin, eskilerin mutlaka bir semineri, toplantısı oluyordu Efes’in maçı olan şehirlerde. Ve tesadüfen aynı günlerde. Ya da bir dostları, görülecek bir işleri. Ben de geleyim, paramı öderim diye başlardı Efes’in o zamanki Pano Natof yönetimiyle kurulan ilk bağlantılar. Cevap da hazırdı tabii. Başımızın üstünde yeriniz var. Davetlimiz olun. Parayı, karayı karıştırmayın. Veya Natof’un mesela muhabir Ahmet’e, ben seni istiyordum ama Mehmet’i yollamışlar, demesi. Sonra da muhabir Mehmet’i görüp keşke sen gelseydin, ama Ahmet geldi demesi. Eğlenceliydi.
Ters künde yapardı sevgili Natof o zamanlar. Gruplar daha da komikti. Bir - iki ciddi gazetenin ciddi muhabirleri, yazarları hariç genelde ismini cismini hiç bilmediğimiz, hatta hiç görmediğimiz insanlar doldururdu Efes Tur’u. Muhabirlere ulufe gibi hani. Ayrıca otelde geyik başlar, basketbolun kurtuluşu falan. Büyümesi, küçülmesi. İçilen iki - üç bardak şarap. Yenilen yemekler. Sonra sevgili Natof’un savcı edasıyla onu niye

Yazının Devamı

Galatasaray zerafeti mi? Saint Üstel nezaketi mi?

21 Aralık 2001


<#comment>Hani Çinli’nin biri Japonya’da sıkışmış. Tam yolda işini yaparken Japon’un biri gelmiş. Lütfen demiş burada yapmayın. Gelin benimle. Alıp Çinli’yi koca bir bahçenin içindeki saray gibi bir evin duvarına götürmüş. Lütfen burada yapın işinizi. Japon nezaketi mi demiş Çinli utanarak. Hayır demiş Japon kibarca. Çin sefareti.
Saint Üstel’in Lucescu için söyledikleri bu fıkrayı hatırlattı bana. Hocamızdan memnunuz, onu seviyoruz, iki yıl daha çalışmak istiyoruz. Kiminle ? Lucescu’yla. Terim’den kalanlarla sezon başı Süper Kupa’yı alan, sonra şu ana kadar kupasız kalan Lucescu ile. Ne var bunda ? Saint Üstel öyle buyurmuş denebilir. O zaman geriye dönelim derim ben de. Üç sene her türlü kupalı, dışarıda UEFA’da finale, içerde dördüncü şampiyonluğa giden Fatih Terim’i sevmiyor muydun, ya da memnun değil miydin diye sorarım. Rumen hocaya söylediklerini ona niye söylemedin derim. Hadi canım sende demeyin. Benim mantığım böyle çalışıyor, ne yapayım. Üstelik sevgili Fatih Terim’in de Lucescu’ya söylenenlerden değil, bunların kendisine niye söylenmediğinden gocunduğunu da iyi bilirim.
Saint Üstel ve onun gibiler ince ince çalışıyor. Veya kimi benim gibi kıvırmadan cart

Yazının Devamı

Abiler

14 Aralık 2001


<#comment>Onların adı "abiler"... Galatasaray’da basketbol deyince ilk akla gelenler. Kim bunlar peki? Kısaca faal basketbolu bırakan, ama içlerinde basketbol heyecanı ve ateşi sönmeyen. Bir örnekle genişletelim. Mesela Orhun Ene de seneye bırakınca, o da bu gruba girecek, Orhun abi olacak. Fazla uzatmayalım.
Yine kıpırdanıyorlar Galatasaray için. Galatasaraylı Basketbolseverler Grubu’nu oluşturuyorlar. Son Fenerbahçe maçında tribündeydiler. Manevi liderleri Yalçın Granit ile beraber. Biraz kıpırdanmaları bile yetti. Önemli olan Fenerbahçe galibiyeti değildi tabii ki. Salona gelen ruhtu. Galatasaraylı abilerin ruhu ve heyecanı. Onlara zamanında "ablalar" bile dendi. Boşverin. Olaya Galatasaray cephesinden de bakmayın. Rövanşta Haldun Alagaş’a Fenerbahçeli eski basketbolcular da gelecek. Kısasa kısas. Sonra bu heyecan belki de Beşiktaş’a geçecek. Her ne kadar Fenerbahçe’yi yenen Galatasaray kazandı gibi gözüküyorsa da, galiba sonunda Türk basketbolu kazanacak.

Sayın Kerem Tunçeri,
Belki farkındasınız, belki de değilsiniz ama, iki takımın kaderi sizin ellerinizde ve de ayaklarınızda. Tarihin en yetenekli milli takımı, oyun kurucu pozisyonunda size güveniyor.

Yazının Devamı

Sorun torunda mı ?

12 Aralık 2001


<#comment>BELKİ Ceyhun'un 46'da Fener'e katılması. Ya da Tolunay'ın 58'de kendi kalecisine tekme yumruk girişip atılması. Ya da sahada kavga eden iki profesyonel tarafından Denizlispor'un aptalca satılması. Nasıl isterseniz öyle yorumlayın. On kişi kalan Denizli'ydi. Peki Fenerbahçe kaç kişiyle oynuyordu sanki ? Hadi abartarak söylesek de yedi kişiden fazlasını bulamayız. Serhat, Andersson, Ali Güneş, Johnson belki atılmamışlardı, ama atılsalardı da bundan kötü olamazdı Fenerbahçe. 66'da Fener'e katılan Lazetic'ti. 67'de sahadan atılan da. Satılan da bu sefer Mustafa Denizli'ydi. Ve Fenerbahçe.
Kenneth'le devam edelim. Tuhaf biri. Boylu poslu, bu havada tek kısa kollu. Yakışıklı, havalı, üstelik bebek yüzlü. Anlayacağınız Allah her şeyi vermiş ona. Bu kadar laf işitmesinin sebebi nedir o zaman ? Futbol oynamakta ısrar etmesi. Yarın futbolu bıraksa bir Allah'ın kulu laf söyleyemez ona. Ama oynamaya devam ediyor. Oynatılmaya da. Yanına Serhat'ı koyunca çift santrfor oluyorlar. İkisinin bir santrfor etmemesi kara mizah belki. Hani hiç santrforlu oynasalar bundan kötü mü olacak ? Ya da mesela Kenneth'le Serhat'ı geriye çekip çift santrforu çift stoper haline soksalar veya

Yazının Devamı

Kim üstüne alınırsa

7 Aralık 2001


<#comment>70’li senelerin sonuydu. Aylardan Eylül. Floransa’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nin büyük salonundaydık. Hani Michelangelo’nun, Leonardo da Vinci’nin Floransa’sının o ünlü akademisinin salonunda. Her milletten, her dilden, her dinden yüzlerce kişi. Sakallı, pipolu, orta yaşlı ve kısa boylu adam anlatıyordu. "Burada" dedi, "Herşey mevcut". "Kum, çakıl, taş, toprak, bıçak, makas, boya, fırça, kıl, tüy, ne isterseniz var. Saat 13’e kadar bir şeyler yapın, yaratın. Bu okula girmeyi hak ettiğinizi bize gösterin". Biri "Sinyor" dedi, "Ne yapmamız gerektiğini anlamadım. Bir konu filan yok mu?", "Ne istersen" dedi, pipolu adam. "İster saçını kes, ister ayakkabını boya, ya da şu köşeye mıç. Yeter ki yeni birşey yarat, tasarla. Biz değerlendiririz, sen kafanı takma". Sonuçlar açıklandığında, kazanan 5 - 10 kişiden biri de bizdik. Ne mi yapmıştım, boşverin önemli de değil. Zaten önemli olan pipolu adamın söyledikleriydi.
Bu köşede, amaç tabii ki bir köşeye mıçmak değil. Ama yeni bir açı bulmak veya olaylara farklı bakmaya çalışmak. Nelerle karşılaşıyoruz. Kimi cismimize bulaşıyor, kimi ismimize. Kimileri de resmimize, ailemize, anamıza, babamıza, hatta kıyafetimize, eski

Yazının Devamı