Ah Lucescu Vah Lucescu

17 Şubat 2002


<#comment>İlk 45 bitmişti. Bence Lucescu da. Yani Galatasaray’daki işi. Ama çekemediler dişini, bitiremediler işini. Hep oyuncu değiştirilmez ya devre arası. Belki alelacele toplanmalıydı tazminat parası. İkinci 45’e onsuz çıkılmalıydı. Kader adamı oydu maçın. Berkant - Bülent Akın tercihi bile bütün takıma anlatmıştı niyetini, kazanmak değil kaybetmemek istiyordu. Üstelik korkuyordu. Zaten kafasında kaybetmişti Florya’da maçı. Onun inanmadığına futbolcusu da inanmadı tabii. Boş yere gelmişlerdi Saracoğlu’na. Sonra Rapajic. Tamam genelde duruyor, ama toplara da müthiş vuruyor. Oyunda üç önemli pozisyon var. Çok şık bir gol, Mondragon’un 90’dan çıkardığı müthiş bir frikik ve Emre’nin 63’te kızarması. Üçünde de o var. Revivo ile beraber oyuna başlamaları, Lorant’ın Lucescu ile düşünce farkıydı. O da Samandıra’da kazanmıştı zaten. Evet, Revivo ve Rapajc. İki klas ayak topla coşan. Aralarında da Johnson, hem kendi, hem de onlar için koşan. Maçtan önce, maçtan başka herşey konuşulmuştu. Seyircinin, polisin, Galatasaraylı taraftarın sayısı. Saracoğlu’nun iskanı, ruhsatı, izni mizni. Oyuncular gerilmiş, maça Ali Aydın verilmişti. Hakemin cismi, gördüğünü çalar diye lanse edilen ismi,

Yazının Devamı

Bir fön ve Pino Daniele VI

14 Şubat 2002


<#comment>Üçüncü bölüm başladı. Hani nerede spor demeyin. Veya deyin. Ama önce beni dinleyin. Yok ısrar ederseniz derbiden bahsederiz. Hani gerdiğimiz, gerildiğimiz, elliiki küsür binlik derbiden. Kafamın bir tarafında hala kazanın şoku. Diğer tarafında derbinin günler önce çıkan moku. Kaçıyoruz işte, anlayın. Hem siz, hem ben.
12 Şubat salı, geceyarısı. Söyleyen yine o. Yani Pino. Köşede de aynı fön. O fön. Evet, bugün 14 Şubat. Bütün sene sevgiden kaçanların, seni seviyorum demekten korkanların günü. Sanki 20 Mayıs veya ne bileyim, 12 Ekim. Onların değil de başkalarının günü. Her gün onların halbuki. Hatta her günün yarını, dünü. Hadi bugün 14 Şubat. Gidin, kırmızı ışıklı bir kalp alın. Milyonlarca biri gibi. Ya da beş - on tane ruhsuz gül. Olun bir 14 Şubat sevgilisi prototipi. Koşun ve 365 gün es geçtiğiniz insana seni seviyorum deyin. Sormaz, soramaz, merak etmeyin. Geçen 14 Şubat’tan beri nerdeydin diye. Gelecek 14 Şubat’ı kaçırmak istemez. Korkar, belki sonra o bile olmaz diye. Uzatmayalım. Artık öğrendik. Yazının hası, olabilecek kadar kısası. Bağlamasak da bağlamaya çalışalım.
Dünyanın en kolay şeyi yanındaki insana senede bir gün seni seviyorum demek. Zor olan

Yazının Devamı

Aria ve inci Fermuar

9 Şubat 2002


<#comment>Galiba şöyle başlıyorlar güne Florya’da... Menü zengin olsun, karışık kuruşuk anlatalım... Biri soruyor mesela; Popescu ile başlayalım mı ? O Lecce’ye gitti diyor bir diğeri. Peki sola Hakan’ı koyalım. O da kadro dışı, zaten gidiyor yakında. Gonzales’i oynatalım. O kim ? Dün geldi, Kolombiyalı... Nasıl iyi mi ? Mondragon çok methediyor. Saffet hala kiralık mı ? Hayır, sattık onu. Şurda oturan kim ? Dün gece geldi, bilmiyoruz. Kim getirdi ?..
Ve son soru; bugün elimizde kimler var ? Olmuşlardan önce 18’i kurup, sonra 11’e iniyorlar. Ve çıkıyorlar sahaya. Tuhaf bir takım onlar. Bırakın 11’i veya 7’yi, hala tribünde oturunlar bile Victoria, Arif, K.Hakan, Kolombiyalı milli Gonzales ve Lucescu’nun Romen’i. Hem de bu kadar gidene rağmen.
Maça girelim, göğüs reklamları ile ama... Birinde Aria, öbüründe İnci Fermuar. Takımlar da, göğüslerindeki reklamlar orantısında zaten. Koca devre Sergen’in frikiğinin direkten dönmesi, atakların başlamadan sönmesi, Sergen ve Bülent Akın’ın sakatlanıp çıkması, oynanın futbolun bunaltıp çıkması, seyredenlerin bıkması... Çirkin ilk yarıyı maçtan kaçarak güzelleştirebiliriz belki. Mesela futbol takımı değil, müzik grubu olsalardı, en

Yazının Devamı

Kutsal ittifak

8 Şubat 2002


<#comment>İsmet Badem’in 5 - 11 Şubat 2002 tarihli Fanatik Basket gazetesindeki köşe yazısından bazı bölümleri, köşeme alıyorum bu cuma. Hep beraber okuyalım:
1. ...107.2 Radyo’nun sahibi Cüneyt Ortan’a giden federasyon yetkilileri, programa sponsor bulalım demişler.
... Aba altından sopa gösterme yöntemi mi?...(Ömer Araz ve Serdar Koçyiğit’in programı)
2. ...Sabah Gazetesi, Ünal Özüak’ın gücü bu kadarmış. Sabah’a yapılan sır ziyaret sonucu Özüak doğru dürüst maç yorumu yazamaz hale gelmiş...
...Yazsa da suya sabuna dokunursa cızz...
3. ...Cumhuriyet gazetesinde Miyase İlknur’un neler yazdığını hepimiz biliyoruz...

Yazının Devamı

Yine 105

2 Şubat 2002


<#comment>Simao ile başlayalım. Daha doğrusu menajeri ile. İşte menajer dediğin böyle olur denilen cinsten. Belli ki almış karşısına Simao’yu konuşmuş İstanbul’a gelmeden önce. "Bak Simao" demiş. "34’üne geldin artık, çocuk değilsin. Öyle bir takım bulalım ki sana, sübyan kal aralarında. İçkin, sigaran da yok. Uykuna da dikkat ediyorsun. Coşmasan da koşarsın. İşi götürürsün" demiş. Ve o takımı da bulmuş. Fenerbahçe bu takımın ismi. Dün de ileride İsveçlisi, geride ex - Nijeryalısı, ortada yeni Brezilyalısı ile 105 rakamını yakalamıştı yine. Gollerde olmasa da, yaşlarda ulaşmışlar. 1907 kuruluşları, 105 de bu seneki uğurlu sayıları.
Fenerbahçe eleştiriliyor, takım değil deniyor. Değiller tabii ki. Yani tek takım değiller. Üç takım onlar. Öyle de oynuyorlar. Arkadakiler, ortadakiler ve öndekiler. Mesela Uche, Ümit, Fatih... Toplasan bir Beckenbauer çıkartamazsın. Bir Popescu da, hatta bir Alparslan da. Ama oynuyorlar işte. Öndekiler farklı mı? Serhat ve İsveçli’den tek santrfor ya olur, ya olmaz. Allah’tan çift santrfor düzeniyle oynatılıyorlar. Ve ortadakiler... Beş kişi onlar da. Ama çoğu, 90 dakika içinde sağa sola tüyüyor. Ortadaki boşluk böylece daha da büyüyor. En ortada

Yazının Devamı

Biraz kaçık ama açık saçık

1 Şubat 2002


<#comment>Üç isim, üç ayrı resim diyelim. Ve hemen konuya girelim. İşte ilk isim veya resim. Ne derseniz deyin. Can Çobanoğlu. Milliler’in çağdaş, modern, candan çobanı. Cin gibi, zeki, hafif fırlama ve de karizmatik. Menajerin her yere koşanı, esprili olanı. Eski voleybolcu. Hani hep denir ya futbolcunun dilinden anlar diye. O da değişti Can’la. Futbolcular onun dilinden anlar oldu. Özlemiş onlar da farklı, değişik bir dili. Bıkmışlar belki eski futbolcu ağabeylerden, amcalardan. İyi geldi Can onlara anlayacağınız. Bir şey daha anlaşıldı. Managementta, futbolu yönetmek için futbol oynamış olmak da gerekmiyor. Bir voleybolcudan da Türk Milli Takım menajeri çıkabiliyor. Klasik arabaşlığımızı atalım ve Sinan Engin’e geçelim.
SİNAN ENGİN
O da Can’ın ters yüz olmuş şekli. Tam tersi diyelim. Futbolcunun dilinden anlayanı. Aynı dili konuşanı, gerektiğinde asanı, keseni. Gerektiğinde seveni, okşayanı. Eski futbolcu üstelik. Futbolcunun da gezeni, tozanı. Yani her numarayı bileni, yemeyeni. O da çok başarılı, çalışkan ve zeki. Son Sergen çıkarması yeter de artar bile. Saha içinden çıkıp saha dışına bulaşması, Sergen’in kafasına ve Galatasaray’ın içine ulaşması. Ve son isim.

Yazının Devamı

Telgrafın tellerine kondum

26 Ocak 2002


<#comment>Günlerce düşündüm. Karar verdim. Telgraf çekecektim ona. Önce Bağdat Caddesi’nde yürüyüş, sonra bir espresso ve ver elini postane. Heyecanla bağırdım. Bir telgraf çekmek istiyorum. Ne zaman ulaşsın dedi görevli hanım. En çabuğundan dedim ve de en hızlısından. O zaman yıldırım olsun. Peki, ama kelimesi 500 bin. Üstelik her kelimeyi sayarız. Adres madres, isim misim demek istiyordu herhalde. Ona da peki. Alın doldurun deyip bir form uzattı. Doldurdum XXX. Altına da imza. Pönk. (İtalya’da gırgır olsun diye kullandığım takma isim. Bilgin Pönk Gökberk gibi) Adres de Roma’daki adresim. Hani başkasının eline geçerse çakılmasın diye. Önce X’leri sordu hanım. Şifre mi diye. Hayır dedim. Kiss anlamına geliyor. Yani öpücük. Veya da seni seviyorum. Ne malum öyle olduğu. O zaman açık açık yazın. Ama o anlar dedim. Esprisi de bu zaten. Bilmemne kanununun bilmemne maddesi dedi. Yanarız. Hem ben, hem müdür, hem de postane. Soruşturma açılır. Ya o bir şifreyse hani. Uyuşturucuyu sattık. Ya da adamı öldürdük. Veya madama ...... Hem dedi niye mesaj çekmiyorsunuz, ya da telefon açıp söylemiyorsunuz sevdiğinizi, ya da onu öptüğünüzü. Canım dedim. Gidip söylerim de. Hatta yakalayıp bir yerde

Yazının Devamı

Bir fön ve Pino Daniele 4

18 Ocak 2002


<#comment>Bunun adı şark kurnazlığı belki de. Ya da delinin uyanıklığı. Neyse ne. İşlerin kesat olduğu bir hafta. Köşenin kaçmasın tadı. Birkaç gündemdeki adı, Bartu’yu, Bakan’ı, Cansun’u, Fevzi’yi, Batista’yı, Uluç’u köşeye serpiştirmek bu haftayı da böylece geçiştirmek. Şimdi de Ahmet Altan’da sıra diyelim. Ve klasik ara başlığımızı atıp devam edelim.
AHMET ALTAN VE ATEŞİN ÜSTÜNDE OTURMAK
Bir romanından çok etkilenmiştim. Bir öğleden sonra O’na gittim. Bendim sanki romandaki o adam. Kadın da sanki eski sevgilim. ve de en daraldığım günler. Uzatmayalım. Konuştuk da konuştuk. Doğrusu belki de ben konuştum, o dinledi. Sonra bir cümle söyledi. Etrafın sarılmış. Ateşin üstünde oturuyorsun. Cevabı biliyordum, ama yine de sordum. Belki de ondan duymak istedim. Ne yapmam lazım ? Sakın kıpırdama dedi. Sus ve konuşma. Hareketsiz kal, ölü gibi. Devam etti. Popon yanıyor, biliyorum. Yanacak da. Yine de kıpırdama. Kıpırdarsan poponun sağı, solu da yanacak. Veya önü arkası da. Bırak ateş sönsün ya da kor haline gelsin. Benim gibi adama söylenecek sözlere bakın. Sus, konuşma, kıpırdama.
Aylar geçti. Çok sevgili dost arkadaş İsmail Vuran kanser, gitti gidecek. Bir gece yarısı

Yazının Devamı