<#comment>#comment>İstanbul tuhaf şehir. Bir kere çok özel. Tabii çok da güzel. Heyecanlı, 24 saat canlı. Geçmişi geçmemişi, geçineni geçinemeyeni, eskisi yenisi, yaşı başı ve tabii mutfağı ve aşı, kısaca ağzı, burnu, gözü kaşı... Ayır küçük parçalara İstanbul’u, hepsi büyük geliyorsa. Nişantaşı Milano’ysa, Moda da Monaco, ya da Kalamış Cote D’Azur veya Beyoğlu Roma...
Güngören’e gelelim. Stadına. Stadio della Güngören diye İtalyanca desem de, ya da Stade de Güngören diye Fransızca. Ya da Almanca’ya geçip Güngörener Stadion da desem, stat aynı stat, birşey değişmiyor. İstanbulspor’u kızdırmadan, Güngörenli’yi kırmadan bu stadı anlatmak zor. Bir cümleyle anlatır mısın deseniz, bırakın cümleyi üç kelimeyle anlatayım derim ben de. Mesela Lee Van Cliff. Bir üç kelime daha söyleyelim, stat için. The bad, the good and the ugly. Hani kötü adamın o müthiş filmi. Yani iyi, kötü, çirkin...
Stada tekrar döneceğim. Ama önce gelişi. Güngören’e gelmek kolay da, stadı bulmak olay. Ara sokaklara dalıp, bazen durup bazen sağa sola sorup, son anda bulduk. Nerede yahu bu stat derken, baktım dibindeyim. Yarı açık cezaevi denir ya, bu da yarı açık futbol evi. Hafif açık, hafif saçık. İyi olan
<#comment>#comment>Bunu yurtdışına giden her sporcuya yapıyorlar. Şimdi de sıra Hidayet’te. Onu da dolduruyorlar. Etkiliyorlar da. Kimler mi bunlar, işte şunlar diyebilirim. Biliyorum çünkü. Ama polemik olmasın. Daha doğrusu olan Hido’ya olmasın. Kısaca yanındakiler diyelim. Veya Sacramento’ya gidenler. Sık sık yanında bitenler.
Pazar günü Pivot’ta Hido’nun bir söyleşisini yayınladık. Atlanta muhabiri Hande Atay’ın CNN Türk için özel yaptığı. Uzundu, 20 küsur dakika. İzlerken şaşırdım. Hido atıp tutuyordu. Medyaya, onu eleştirenlere sallıyordu. Özeti, medyanın ona karşı ilgisizliği, ona göre basketbolun "bösini bilmeyenlerin yaptığı eleştirilerdi.
Sonra sinirlendim. Hidayet’e değil tabii, onu dolduranlara. Çocuğun kafasını karıştırıyorlar. Sacramento ile şampiyonluk kovalayan Hidayet’i bakın nelerle uğraştırıyorlar. Futbolun lejyonerlerinden haftada bir, o da bir iki ufak haber girerken, Hüseyin ancak savaşta akla gelirken, MVP Mirsad’tan tık yokken, hele en medyatik ikili Şükür - Kutluay haberleri bile özlenmişken, tek Hidayet yazılıp, çiziliyor Allah’ın her günü. Eee, nedir o zaman tepkinin sebebi... Bu bir. İkincisi, Hido eleştirilerden rahatsızmış. Bu da nereden çıktı.
<#comment>#comment>1 Nisan’da saat 10.00’da toplandık hepimiz. Levent’teki TSYD’de. Adı Basketbol Platformu’ydu toplantının. Kod adı da beyin fırtınası. Basketbolun A’sı da, Z’si de orada olacak demiştim geçen hafta. Oradaydılar. Hatta B’si, C’si, D’si ve M’si, N’si, O’su, P’si de.
Yöneten Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Aydan Gülerci’ydi. Bir - iki cümle ile anlatsana onu derseniz En Zayıf Halka’yı seyredin derim ben de. O hanım işte. O programı sunan. Hani bir gün nezle falan olursa, ya da grip, yerine Prof. Gülerce’yi öneririm. Şanssızlığı kimseyi tanımamasıydı. Belli ki yok basketbola ne ilgisi, ne bilgisi. Yine de 8’de 3 verdim ona. Sekizde beş kusura da kendimizde aradım.
Birşey anlaşıldı ki, biz tartışma falan bilmiyoruz. Dolayısıyla tartışamıyoruz da. Tartışmaları da kavgaya çeviriyoruz. Doğrusu herşey yanlıştı, kötüydü. Emir Turam’ın Esat Yılmaer ve Yiğiter Uluğ’un isimlerine olan tavrı, kraldan çok kralcı tavırları, Federasyon Başkanı’nın eleştirileri ciddiye almaması, soru soranları adam yerine koymaması, soru soranların da genelde ortak çıkarlardan kişiselliğe kayması, lafı uzatıp, dinleyenleri bayması ve tabii basketbol ailesinin koca günü harcayıp yine yerinde
<#comment>#comment>Beşiktaş - Kocaeli hesapta finalin adı. Bursa’da olması da galiba tadı. 90 dakika öncesine Galatasaray - Trabzonspor maçının tokuşturulması da galiba tatsızlığı. Ve de federasyonun çapsızlığı. Tabii Beşiktaşlı finalin de bahtsızlığı. Evet bahtsızlar veya şanssızlar ne derseniz deyin.
Uzatmayalım. Bursa’daki, kupanın son maçıydı. Trabzon’daki de ligin düğüm maçı. Sonunda kupa olsa da, gecenin maçı Avni Aker’deydi kısaca. Levent’e dönelim, İstanbul Levent’e. Milliyet’in minibüsü ile oradan çıktık yola. Sonra Darıca, arabalı, Yalova ve ver elini Bursa. 18’de son yokuştan Bursa’ya indik. 18.15’te de iskenderciye girdik. Bir minibüs adamla gelip, her yere beraber gidip, sonra gözlem yazmak, zor tabii. Ne atabilir, ne de biri iki yapabilirim. Sağdan soldan duyup, biraz uydurup yazmak da olmaz. Şahit çok, sağımızda solumuzda, önümüzde arkamızda. 19.15 idi, iskenderciden çıktığımızda. Gözlem, polis zabıtlarına özlem gibi olsa da devam edelim. Stada geldiğimizde 19.45’ti. Trabzon’da ilk yarı bitmişti. Tek golü Arif, filelere itmişti. 20’de stadın karşısındaki Kırcı Otel’deydik. Kahve, mahve, aperatif. 20.20’de stada girdik. Bursa’ya veda edip, Darıca’ya dönelim. Araba
<#comment>#comment>Maçın öncesinden değil, çok öncesinden başlamak lazım Diyarbakır’da. Dedeman’da bir resim, 19. yüzyıldaki Diyarbakır. Hani resim gibi şehir denir ya, aynen öyle işte. Öyle de kalsaydı keşke. Made in Bilgin’ce devam edelim. Bir İspanyol veya İtalyan turizm filozofu lazım buralara, taa uzaklara bakan. Planlasaydı buraları, mesela İtalya’nın Toscana’sı gibi. Ve öyle de kalsaydı. Her sene 10 - 15 milyon turist alsaydı. Çarpıcı bir örnek, çarpsın diye sizi. Diyarbakır surları, Çin seddinden sonra dünyanın en uzunu. Hıncal Uluç, Galatasaray - Antalya kupa finalinde sonra yazmıştı: "Ben bunu bu yaşta öğreniyorsam, benim değil, bana öğretmeyenin ayıbı". Ben de ekliyorum: Tabii Güneydoğu’nun da milyarlarca lira kaybı. Ben Uluç’tan önce öğrenmiştim. Öğreten de rahmetli Gaffar Okkan’dı. Hatta onlarca radyo programı yapıp, üstelik üç günlük sakallı Diyarbakır’dan çıkıp, Toscana’ya satmıştım. Hatta aynı yaştaki bu iki bölgeyi abi - kardeş yapmıştım.
Staddan uzaklaşıp, fazla şaşırmayalım. Sabrınızı da taşırmayalım. Konukseverlik aynıydı. İzzet de, ikram da. Bulduğumuz herşey, ilk gece zaten umduğumuzdu. Klas Otel’deki sıra gecesinde, kulağımın içindeki kanuni, eksik olan tek şeyi
<#comment>#comment>G.Kore nereden bakarsanız bakın üçüncü sınıf bir takım. Hani çorba, türlü, pilav ve de hoşaf. Hepsi 1 milyon 250 bin.. Ucuz bir tabldot gibiler. Hepsi birbirlerine benziyorlar. Hem isimleri, hem cisimleri. Birini çalımlayıp geçiyorsun, bakıyorsun o yine karşında. Ya da ikizi diyelim. Bir çalım daha, bu sefer üçüzü çıkıyor karşına. Aynı yumurta ikizi gibiler. Sinir bozucu olan üçüz, beşiz hatta dokuzuz, onuz, onbirizler. Tüm takım sanki yumurtanın sarısından olmuş. Hepsi aynı gün farklı dakikalarda doğmuş. Hani biri hakemin kartı ile kızarsa, sahadan çıkıp çok kızsa, sonra çaktırmadan içeri sızsa fark edemezsiniz bile.
Ne bir yıldızı, ne de göze hoş gelen oyuncuları var. Koşarak, kovalayarak, yapışarak, sıkıştırarak, kısaca sıkıp bunaltarak oynuyorlar. Hem maçın, hem rakibin, hem de seyredenlerin içine ediyorlar. Bochum’da da öyle oldu. Brezilya’nın, Kosta Rika’nın gücü belli zaten. Çin de bunlar gibiyse eğer işimiz zor valla.
Bu kadar iyi ve çok yönlü, hatta arkalı önlü oyuncuyu hiç bir arada yakalamamıştık. Takımı demiyorum bakın. Hâlâ değiller çünkü, olamamışlar. Sahaya girenler, çıkanlar ve de orada olmayanlar.
Hatırlatalım; 1. Avrupalı
<#comment>#comment>Nasıl bir gecede 100 - 200 Euro’ya yattığın İspanyol fahişesi tüm İspanyol kadınlarını bağlamazsa, ya da seni kazıklayan Portekizli ayakkabıcı tüm Portekizlileri, seni soyan Yugoslav hırsız tüm Yugoları ve Türk’e "düşman" diyen Yunanlı tüm Yunanlıları, coplayan polis de tüm İtalyan polislerini bağlamaz. Yok esasında diğer yorumculardan farkımız. Farkımız farklı kültürleri, farklı yaşamları iyi tanımamız. Konu Türkiye’yi ne kadar seviyor gibi ucuz polemiklere gelirse eğer, 25 senedir İtalya’da Türkiye için Apo’lu ve Apo’suz günlerde yaptıklarım, tüm oradaki diplomatların hepsinin yaptığına eşdeğer.
Lesson X
Sayın Turizm Bakanı. Sizi unutmadık. Gündem yoğun. Lütfen eskileri yine tekrar edin. Haftaya lesson XI...
15 Mart Cuma. Sabah gazetesinin 19. sayfası. Yazan Yasemin Taşkın, Roma muhabiri. "Olayları şeref tribünündeki Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz ve Türkiye’nin Roma Büyükelçisi Necati Utkan dehşetle izliyorlardı." (Ben de dehşetle okuyorum).
"Bu arada Yılmaz’ın Ankara’yı aradığını öğrendim. Bir saat sonra Utkan, Ankara’daki İtalyan Büyükelçisi’ni uyandırdı..." (Kilit sözcük öğrendim)
<#comment>#comment>Gözlem'e özlemle başlayalım. Yani Fenerbahçe seyircisinin özlemiyle. Gelince şaşırdım Saraçoğlu'na. Yine kapalı gişe oynuyordu Fenerbahçe filmi. Galatasaray, Malatya, şu, bu hiçbir şey farketmiyor. Fenerbahçeli her maç dolduruyor Saraçoğlu'nu. İster maç fazlasıyla gelebilecek liderliğin, ister üç yıldızın özlemi, ne derseniz diyin. Adını nasıl koyarsanız, koyun.
Stadın içi yine çok etkileyiciydi. Zırt-pırt olağanüstü demesini sevmiyorum. Hadi olağan olanın üstü diyelim. Stadın havası, çimi, mimi, seyircisi, kısacası Saraçoğlu'nun içerisi tat veriyordu. Hani burda ben bile oynarım denir ya, işte o taddan. Ama dışı için de bir-iki cümle etmek lazım. Muhteşemle başlayalım. Hani biri dedi ya, sanki "Bir deli kuyuya taş atmış, 40 akıllı çıkarmaya uğraşır"mıydı neydi. Onun gibi. Biraz farklı ya, taşı atan burada 40, hatta daha fazla akıllı. Çıkartmaya çalışan da bir deli belki de.
Köyün Delisi. - Futbol gözleri - yani ben... Star demiştik eskiden farklı olanlara. Sonra çoğaldılar. Herkes star olunca süper star, onlar da çoğalınca mega starlar çıktı. Muhteşem olacak belki stat bitince. Sonra ne diyeceğiz. Süper muhteşem, mega muhteşem mi? İçi tatlı evet, ama dışı