Bilgin Gökberk

Bilgin Gökberk

bilgingokberk@mail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Lakabı - Köyün Delisi
İsmi - Bilgin Gökberk
Tipi - Resimdeki gibi
BU üç satır yeter de artar bile sizlere, belki de. Hani her yazı sonrası kem gözlerle süzenlere kilolarca hakaretle üzenlere ve tabii kendi sığ denizlerinde yüzenlere. Fazla bile bu üç satır size ama üstü kalsın. Geri kalanlar da, kimlerse onlar, lütfen aşağıdakilerden alsın.
Ufak bir sütuna hisler, duygular da girecek bundan sonra her cuma. İsterseniz biri bizi gözetliyor, isterseniz delinin biri kendini özetliyor. Ne derseniz deyin. Bugün yılbaşı haftası. İşler kesat bakın. Biraz da buralardan yakın. Hani köşe üç beş dakikanızı alır, kolaydır okumak. Peki ya onu dokumak. İşte bir örnek. Mesela bu yazı. Ve tabii Köyün Delisi aldı sazı. 2 Ocak 2002. Üstelik saat de gece yarısı iki. Sadece küçük bir bölüm. Son günlere sıkışan, arka arkaya üç ölüm. Üç can dostum, üç can arkadaşım üstelik. Hadi baştan alalım. 2001 Ocak’a dönelim. Ve bir ara başlık yapalım. Her zamanki gibi hem sizin için iyi olur, hem bizim için, hem de köşemiz için.

Yıllarca kurulan hayallerin meyal olması mı diyelim ? Şubat’ta gelen kriz, ömrümün en mutlu günüyle en mutsuzunun birkaç güne sığması mı ? Birilerinin arkadan itmesi, veya sonra herşeyin bitmesi. Birinin getirip birinin götürmesi. Boş bir evde hoş bir fönle kalmak mı ? Onla yakınlaşıp, onla paylaşmak mı ? Ya da duyguları kurutmaya çalışmak mı ? İlkbaharda sonbaharı yaşamak veya... Günlerimize, gecelerimize girenler, çıkanlar. Alev alev yanan yaz gecelerinde nazlanarak dolaşmak. Tek tek, seke seke diyelim. Kalabalıkta yanlız olmak. Dolmak, dolmak, dolmak. Telefondan dost, duygulardan post. Süren kriz, bitmeyen yaz. Sevgili çok, sevdiğin yok. Ya da seviyorsun, yanında yok. Hüzün çok, gözyaşı çok. Çok çok çok. Roma’dan gelen sokak filozofu Toto, dışarıdan tanımayanın, içerden tanıyanın giydirmesi, hatta çok içeriden, çok içimizden yaralanmak, karalanmak. Bir çay kaşığı sevgi için, ya da bir tutam mutluluk için direnen Köyün Delisi. 2 Ocak’a gelelim. Yine aynı cd, yine söyleyen Pino Daniele. O kilolu, karizmatik İtalyan. Uzun gecelerin sadık arkadaşı. Yağan kar, kapıyı çalan hüzün, nemli gözler ve üst üste gelen üç ölüm. Kağıdın ıslanması. Hatta sırılsıklam olması. Ve işte bir iki dakikada okuduğunuz bu bölümün yazılması. Ve size güzel ve özel bir yılbaşı yazısı. Bunlar fragmanıydı gelecek haftaların. Köşe içindeki küçük, küçücük köşeciğinin. Sizlere de belki neleri hatırlatıp istemeden sıktım. Ama vallahi her hafta tatsız tuzsuz, huysuz huzursuz, hatta hissiz, duygusuz bir görüntü vermekten de ben bıktım. İlk üç satır iceberg’in üstüydü diyelim. Veya Köyün Delisi’nin görünen kısmının. Alttakiler de altı. Yani delinin görünmeyen, bilinmeyen kısmı. Sıktımsa affola diye bitirmek var ama sıktımsa sıktım diye bitirmek daha hoşuma gidiyor. Böylece deli olduğum meydana çıkıyor.

Yazmayan kalmamıştı. Ben de pas geçmiştim. Bir hafta bekledim. Şimdi sırası galiba. O toz duman içinde bir demeç dikkatlerden kaçtı. Denizli’nin demeciydi. Onun üslubunda, zarif ve zekice. Oğuz başarır dedi hoca. O’na güvenin. Geçen seneki başarıda da benim kadar pay sahibidir. Dediği yukarıdakilerdi. Ama esas söylemek istediği demediklerinde gizliydi gibi geldi bana. Yanılmış da olabilirim ama sizlerle paylaşayım. Başarıda da benim kadar pay sahibidir derken, eğer bu sene başarısızsam onda da benim kadar pay sahibi olmalıdır demek istiyordu galiba. Yani kısacası istifa etmelidir. Dedim ya, yanılmış olabilirim. Oğuz Çetin için efendidir. Hatta beyefendidir. Dört dörtlüktür denir hep. Doğrudur da. Onu tanımam, ama onu iyi tanıyanların söylediklerine inanırım. Öyledir de mutlaka. Efendi, beyefendi tanımına girmez belki ama dört dörtlük olmanın içinde bence orada Oğuz Çetin’in istifa etmesi de gerekiyordu gibi geldi bana. Zaten yönetim kabul etmez, o da yine kalırdı Samandıra’da.

Bir-iki yarışma programında suallere girmişim. Veya sual olarak sorulmuşum. Arayan arayanaydı. Seni sordular, yarışmacılar bildi diye. Eklediler: Meşhur oluyorsun. Tınmadım tabii. Üstelik hoşuma da gitmedi. Benim kafam ters çalışır. O yarışma programlarını biliyorum. Mahsus sormuşlardır nasıl olsa bu herifin kim olduğunu kimse bilemez diye. Ama yarışmacılar bilmişler. Daha da şaşırdım. İnsanlar kafalarını nelerle dolduruyorlar, bilgi diye kafalarının içlerine neler sokuyorlar ?

Vedat Bayram aradı. Hani Milliyet’in 2001’in spor şükran ödülü verdiği Beden Terbiyesi İl Müdürü. Seni alıyorum 20 dakika sonra, bir salon göstereceğim dedi. İlk sen gör istedim. Yüz Gönüllü, Yüz Tesis projesi anlayacağınız. 21’incisini de bitirmiş Bayram. Üstelik altı ayda. Gittik, gördük. Kartal Yakacık’ta. Gürbüz Refioğlu’nun yaptırdığı Cihat Arman Stadı’nın yanıbaşında.
Bu sefer parayı bastıran İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım’mış. 1500 kişilik pırıl pırıl bir salon. Harcanan 2 trilyon. Üstelik sponsorluk yasasından önce. Yani vergiden düşülmüyor. Arkamda Fikret Ünlü var dedi Bayram. Ve Vali Erol Çakır, ve de Genel Müdür Kemal Mutlu. Dörtlü çete olmuşlar anlayacağınız. 12 Dev Adam’ın kutlama gecesinde uzun teşekkür listesinde ismi yoktu Bayram’ın. Göremedim. Milliyet, boş yere şükran ödülü vermemiş ona. Galiba herkes adına teşekkür etmek istemiş.

Her maç öncesi aynı işkence. Sanki Alkadraz’a giriyoruz. Ya da Sing - Sing’e. Sıraya giriyoruz. Sonra bir tabureye oturtuluyoruz. Sempatik Can Budak’ın sevimli ricalarını yerine getiriyoruz. Sonra şip şak bir resim. Akredite oluyoruz. Boynumuza kartı takıp potanın arkasındaki en kötü yere oturtuluyoruz. Hani kim bu, basın mı ? O zaman asın der gibi birşey. Ben de tabii cevap veriyorum. Bunu yazan tosun, hepinize ..... Maça zorla elinden tutup götürdüğümüz eşimizin dostumuzun çocuğu mocuğu, en baba yerden bağırıyorlar. Bilgin abi, niye o acaip yerde oturuyorsun, yanımıza gelsene ? Orada maç mı seyredilir ? Sağımızda davetliler. Kırk yılda bir teşrif edenler yani. Fransızlar. Basketbolun Fransızlar’ı. Hani ofsayt, gol diye bağıranlar. Solumuzda Yonca Evcimik, Kenan Doğulu. Bırakın oyuncuların analarını, babalarını, artık nineleri, dedeleri, yedi göbek sülaleleri falan filan. Bilet alıp maçlara girmeye karar verdim. Evet, bundan sonra bilet alıp tribüne gireceğim ve maçları istediğim yerden seyredeceğim. Ne şip şakçı, ne kart, ne şu, ne bu, ne tabure. Oh beee...

Kafiyeli olsun diye, veya uysun diye ne şip şakçı ne kart, ne şu ne bu, ne tabure, oh beee diye bitirdim. Ama devam ediyorum. Şimdi anlatacaklar. Dünya’nın her yerinde bu böyle oluyor, akredite, makredite falan filan, yalan dolan. Hani seyirci cop görünce bağırıyor ya, burası Türkiye, İsrail değil diye. O şip şakçı ve tabure beni hasta ediyor. Copun salona girmiş şekli anlayacağınız. Burası İstanbul diyorum ben de. Orası, burası değil. Zaten beş - on kişiyiz gidip gelen. Birer koltuk koyarsın doğru dürüst bir yere. Ya da bir iskemle. Üstüne de ismini cismini yazarsın. Hürriyet’ten bu, Milliyet’ten şu. CNN’den şunlar bunlar diye. Hadi ismi yazmadın, kurumun ismini yazıp bırakırsın. Veya bu akreditasyon işkencesini senelik yaparsın, olur biter. Gelmezsek de boş kalır yerimiz. Devam mecburiyeti mi var ? Ne okuldayız, ne kışlada, evrak peşinde devlet dairesinde. Oraya keyif almaya geliyoruz. Maçı seyretmeye, yazmaya, yorumlamaya. İlk maçta biletimle tribündeyim. Beklerim efendim.

SERİ İLANLAR
Pazartesi - Çarşamba 09.30 - 10.00 Radyo D’de
Cuma’ları ise Milliyet’teyiz (Başka şubemiz yoktur.)
İmza: Köyün Delisi