Gözlem'e özlemle başlayalım. Yani Fenerbahçe seyircisinin özlemiyle. Gelince şaşırdım Saraçoğlu'na. Yine kapalı gişe oynuyordu Fenerbahçe filmi. Galatasaray, Malatya, şu, bu hiçbir şey farketmiyor. Fenerbahçeli her maç dolduruyor Saraçoğlu'nu. İster maç fazlasıyla gelebilecek liderliğin, ister üç yıldızın özlemi, ne derseniz diyin. Adını nasıl koyarsanız, koyun.
Stadın içi yine çok etkileyiciydi. Zırt-pırt olağanüstü demesini sevmiyorum. Hadi olağan olanın üstü diyelim. Stadın havası, çimi, mimi, seyircisi, kısacası Saraçoğlu'nun içerisi tat veriyordu. Hani burda ben bile oynarım denir ya, işte o taddan. Ama dışı için de bir-iki cümle etmek lazım. Muhteşemle başlayalım. Hani biri dedi ya, sanki "Bir deli kuyuya taş atmış, 40 akıllı çıkarmaya uğraşır"mıydı neydi. Onun gibi. Biraz farklı ya, taşı atan burada 40, hatta daha fazla akıllı. Çıkartmaya çalışan da bir deli belki de.
Köyün Delisi. - Futbol gözleri - yani ben... Star demiştik eskiden farklı olanlara. Sonra çoğaldılar. Herkes star olunca süper star, onlar da çoğalınca mega starlar çıktı. Muhteşem olacak belki stat bitince. Sonra ne diyeceğiz. Süper muhteşem, mega muhteşem mi? İçi tatlı evet, ama
<#comment>#comment>Su yüz derecede kaynar denir ya inanmayın. Veya kuzeyde öyle olur diyelim. Eğer güneye inerseniz, mesela İtalya veya Türkiye’ye 70 - 80 derecede kaynar su. Ve tabii Akdeniz’in diğer ülkelerinde de.
91. dakika başladığında, Olimpiyat Stadı’nda ilk aklıma gelen buydu. İtalya’nın Roma’sı ile Türkiye’nin Galatasaray’ı idi 90 dakikayı oynayanlar. Yani İtalyanlar ve Türkler. Keşke yabancı oyuncu yasak olsaydı dedim kendi kendime sadece bu maçlık, her iki ülkede de. Aralarına serpiştirilenler, onlarda Arjantinli, Brezilyalı, bizde de Brezilyalı, Uruguaylı, Kolombiyalı’ydı. Güney Amerika karışımı yani. Oralarda 70 derecenin de altında kaynıyordu su. Türk’ü, İtalyan’ı, Brezilyalı’sı, Urugaylı’sı, Arjantinli’si Kolombiyalı’sı, 40 - 50 dereceye indirdiler Roma’da kaynama noktasını. Hoş aralarında bir Fransız da vardı. Ama Mösyö de Fransa’nın kuzeylisi değil, güneylisiydi. Alışıktı yani. 90. dakika bittiğinde ter, adrenalin, heyecan ve gerginlik tribünden bile görünüyordu. Kıvılcımın adı Lima oldu. Sonra da olanlar oldu. Gözlemci Yunanlı’ydı. Hani Akdenizli’nin halinden Akdenizli anlar misali. Hakem de Allah’tan İsveçliydi. O kadar sıcakkanlı arasında tek soğukkanlı. Öyle de
<#comment>#comment>44’te Ümit çakmıştı, herkes şaşkındı. Değiştirmedim yazıyı. Yani ilk devre yazdığımı. Ne yapayım, ne hissettiysem o. Skor önemli. Ama gördüklerim de...
Önce Capello. Roma Teknik Direktörü diyorlar ona. Tam doğru değil. Bir coach o bence. Hani basketbolda gördüklerimizden. Sonra seyirci. Tıka basa doldurmuşlar Olimpiyat Stadı’nı. Yani hem Roma takımı, hem de seyircisi ciddiye alıyor Galatasaray’ı. Üstelik birkaç gün önce Lazio’yu üçlemişler, hem gole hem futbola, hem de heyecana doymuşlar.
Ve maç... Golcüleri Totti, Montella, Delvecchio gibi gözükse de, ya da kulübedeki Batigol. 10’u birden tüm sahayı tarıyorlar, hepsi birden golü arıyorlar. Capello basketbol coachu gibi ya, takımı da basketbol gibi oynuyor zaten. İlk golü kaçıran 25’te Cafu’ydu. Uyuyan Roma’yı uyandırdı, Brezilyalı. Cim Bom ne yapıyordu derseniz, 1 - 9 - 1 hatta 10 - 1’e dönmüşlerdi. İlerdeki bir ümit, Karan’dı. 10 da geri kalan. 25 ile 35 arası gerçek Roma oldular. Hani diyorlar ya Real - Roma finalin adı. Ya da Roma bu ligin tadı. İşte öyleydiler. Galatasaray büyük ikramiye çıksın diye her akşam Allah’a dua eden adama benziyordu, ya da adamlara. Hani sonunda meleğin biri sormuştu Allah’a:
<#comment>#comment>Cuma günü Köyün Delisi’nde bizde orta saha, pres, blok, kanat manat vesaire bulunmamaktadır deyip özür dilemiştik. Meraklıların komşu bakkallara bakması, hatta ufak ufak oralara akması demiştim, bitirmiştim.
Milliyet Spor’dan cevap gecikmedi. Bir gün sonra aradılar. Saha dışını yazacaksın. Önünü, arkasını, sağını, solunu dediler. Hatta bir de örnek verdiler ki, iyi anlayayım. Şaşırıp başka bir yerlere kaymayayım. Mesela köfteler, köfteciler, simitler, simitçiler gibi diye ilave ettiler. Ayıp olmasa saat 19.00’a kadar gördüklerini yaz, maç başlayınca da evine dön diyecekler. İçeri bile girme.
Kısacası cuma kaşınan bendim doğrusu. Cumartesi kaşıyan da sevgili Necil Ülgen oldu. Ha, doğrusu bana da iyi oldu. Gözle dediler bana ya, ne olup ne bitiyor. Kim kimi itiyor ? Filan falan. Farklı bile giyindim bu sefer gelirken maça. Arabayı komşunun bahçesine bıraktım, yani Kanal D’ye. Ortaklar’a çıktım. Hafif bir Esenler havası hakim. Hani güncel olsun diye böyle verdim. Kimse alınmasın. Belki Romanlar ve Siirttiler yok, ama keşke onlar olsa. Koca cadde Siirtli, Roman dolsa. Ama alınan güvenlik tedbirleri de, hani 500 - 600 kişilik bir adayı vallahi ele geçirmeye
<#comment>#comment>İTALYA’DA temiz eller bütün hızıyla devam ediyor. Bantlar mantlar, savcılar avcılar, ortalık toz duman. Sanığın çok, tanığın yok olduğu zamanlar. Savcı Di Pietrolu dönemler. Tüm İtalya yargı aşamasında anlayacağınız.
Sanığın biri bir restorana gidiyor mesela. Sanık olsun Signor Antonio. Restorancı da diyelim Mario. Mario diyor ki kapıda sevgili Aziz Signor Antonio. Başımın üstünde yeriniz var. Severim de, sayarım da sizi. Üstelik inancım, suçsuzsunuz da. Hafif yalandan ve biraz dolandan devam ediyor Mario. Aklanacaksınız da yüzde bin. Ama içerisi kalabalık. Kafalar şaraplı. Sizin bantlar falan da gazetelerde. Karıştı da üstelik kafalar. Biri çıkıp birşey söyler. Halk bu, bir anda sirayet eder. Ondan buna, bağlayacağım şuna. Ben de sizi koruyamam belki. Bu seferlik yandaki restorana gitseniz ? Mesela Paolo’nunkine. Sonra Paolo’da da aynı terane... İsterseniz Fabio’ya... Fabio’dan Carlo’ya......
Hadi bir tane daha yakalım. Bir ayakkabıcı. Mario olsun yine. Gelen de Signor Antonio. Ah sizi severiz de, sayarız da... Üstelik biliyoruz, suçsuzsunuz da... Hikaye aynı. Ama içerisi dolu. Elelam tepkili size. Rahat durmaz eli, kolu. Hani koruyamam belki sizi. Yandaki
<#comment>#comment>Aziz Nesin’in o müthiş hikayesini bilirsiniz. Veya bilmezsiniz. Önemli de değil zaten. Kendime bağlamak için böyle başladım. Aziz Nesin’lik oluyorum çünkü yavaş yavaş. Hani benim hikayemi yazsa ismi şöyle olurdu herhalde. BİLGİN NE BİLİR, NE BİLMEZ.
Futbol senin neyine, basket yazsana diye posta koyanlar. Milliyet gibi ciddi, saygın bir gazetede senin gibi biri diye ince ince, hatta biraz kalınca oyanlar. Seni tek geçerim, en büyük sensin diye yalnız benle doyanlar. Her tipten her insan var. Ama yerim dar. Sadede gelelim.
Soran sorana. Hangi takımı tutuyorsun ? Soru belki de boş. Ama bunun sorulması bile vallahi çok hoş. Demek ki bir takımın peşine takılmamışım. Dolayısıyla çakılmamışım. Kısa keselim. Galatasaray’lıyım. Peki niye böyle birden bire Hıncal abi diyorum tabii, Milliyet Spor’a ilk takılışında şöyle demişti: Derbi okumak için Milliyet aldım. Köyün Delisi, basket yazarı Bilgin kardeşimi bir kenara bırakıyorum, dört yorumcu da Fenerli. Ve şöyle bitirmişti: Milliyet’te maç yorumlayacak tek Galatasaraylı kalmamış. Gerçi vardı bir tane Galatasaraylı, ama onu da Hıncal abi kenara ayırmıştı. Ama kardeşim deyip de kayırmıştı. Amacım ne koca Hıncal Uluç ile
<#comment>#comment>ANFIELD Road’da takımlarına You’ll never walk alone’u söylemişlerdi (Hiçbir zaman yalnız yürümeyeceksiniz). Hem kulaklarımızı okşamıştı, hem de duygularımızı. Onları, alışmadıkları şekilde karşıladık. Ama alıştıkları şarkılarıyla. Havaalanından itibaren her birinin yanında bir polis vardı. Ve hep beraber bağırdık. You’ll never walk alone. Önce maç öncesi. Teknik direktörün söylediklerinin değil, kulüp doktorlarının reyting alması hem Galatasaray’ın canını sıkmıştı, hem de Galatasaraylılar’ın. Ve işte o anda Hagi ortaya. Her zamanki gibi. Gerçi şortlu değil, montluydu ama, havalimanına inişi, taksiye binişi değiştirivermişti havayı.
Ve Cim - Bom çıktı sahaya. Oh be, on bir kişiyi bulmuşlar diyenler bile vardı. Ama onlar tuhaf bir takım demiştik ya, gittikçe de daha tuhaflaşıyorlar. On biri bulup öyle veya böyle bir araya geldiler mi hemen birbirlerine alışıyorlar (Niculescu’ya bile). Çok çabuk takım olup, çalışıyorlar. Hep beraber her yere koşup, belki ara sıra coşup, ama her an savaşıp yardımlaşıyorlar. Üstelik hem maç zor, hem de rakip. Hepsi olmasa da çoğu uzun, hatta upuzun ve de iri. Üstelik diri değil, dipdiri. Belki futbol oynamıyorlar. Veya oynayamıyorlar.
<#comment>#comment>I Lazio-Roma derbisi
ROMA’dayım. Lazio - Roma derbisi var. O müthiş güney derbisi. Veya başkent derbisi. Ne derseniz deyin.
Roma’da nefesler tutulmuş. Bölgenin ismi Lazio. En büyük şehri de Roma. Aristokrat Laziolular ile halkın Roma’sı. Maç Lazio’nun. Ne kartım var yanımda, ne de herhangi birşeyim. Tüm kapılar da kapalı. Şeref Tribünü’ne yanaştım. Lazio armalı lacivert ceketli görevliye ben dedim, Türkiye’de bir gazetede spor yazıyorum. Maça girmek istiyorum. "Akredite oldunuz mu ?" dedi. Hayır, bugün karar verdim. Üzgünüm, birşey yapamayız. Sonra ilave etti. AIPS kartınız olsaydı bari, ya da hiç olmazsa yerel kartınız. Nereden bilelim sizin yazıp çizdiğinizi ? O an aklıma geldi. On tane sabah gazetesi almıştım yanıma. Aynı sayfada benim basketbol, Can Bartu’nun futbol yazdığı eski tarihli bir gazeteden on adet. Roma’daki Bartukolik Laziolu arkadaşlarıma verecektim. Birini aldım geldim arabadan. Bir, bu var dedim. Yazı yazdığımı gösteren. "Aaa, bu bizim Kan Bartu değil mi ?" dedi adam (Can, Kan okunur). Evet, o. Yanındaki de benim. Uzatmayalım. "Demek aynı gazetedensiniz" dedi ve gitti. Giderken de bağırdı; bekleyin bir dakika. Beş dakika sonra geldiğinde