Bilgin Gökberk

Bilgin Gökberk

bilgingokberk@mail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


70’li senelerin sonuydu. Aylardan Eylül. Floransa’daki Güzel Sanatlar Akademisi’nin büyük salonundaydık. Hani Michelangelo’nun, Leonardo da Vinci’nin Floransa’sının o ünlü akademisinin salonunda. Her milletten, her dilden, her dinden yüzlerce kişi. Sakallı, pipolu, orta yaşlı ve kısa boylu adam anlatıyordu. "Burada" dedi, "Herşey mevcut". "Kum, çakıl, taş, toprak, bıçak, makas, boya, fırça, kıl, tüy, ne isterseniz var. Saat 13’e kadar bir şeyler yapın, yaratın. Bu okula girmeyi hak ettiğinizi bize gösterin". Biri "Sinyor" dedi, "Ne yapmamız gerektiğini anlamadım. Bir konu filan yok mu?", "Ne istersen" dedi, pipolu adam. "İster saçını kes, ister ayakkabını boya, ya da şu köşeye mıç. Yeter ki yeni birşey yarat, tasarla. Biz değerlendiririz, sen kafanı takma". Sonuçlar açıklandığında, kazanan 5 - 10 kişiden biri de bizdik. Ne mi yapmıştım, boşverin önemli de değil. Zaten önemli olan pipolu adamın söyledikleriydi.
Bu köşede, amaç tabii ki bir köşeye mıçmak değil. Ama yeni bir açı bulmak veya olaylara farklı bakmaya çalışmak. Nelerle karşılaşıyoruz. Kimi cismimize bulaşıyor, kimi ismimize. Kimileri de resmimize, ailemize, anamıza, babamıza, hatta kıyafetimize, eski cipimize bile sulanıyorlar, her hafta. Yine her hafta yeni yeni oyanlarla, koyanlarla tanışıyoruz ve tabii, asanlarla, kesenlerle. Ne yalaklığımız kaldı, ne salaklığımız, ne şuyumuz, ne buyumuz. Takmıyoruz, takılmıyoruz, işimize bakıyoruz. Milliyet’in adı, köşemizin tadı, duygularımızı köşemizin dışında tutuyor. Bugünkü ilk ve son. Mıçmaya bile yaratıcılık diye bakanlardan en ufak eleştiriye takanlara gelmişiz. Onlara sevgili Ali Şen gibi dört beş dilden serzenişle veya gezip, gördüğümüz onlarca ülkeden bir deyişle cevap da verebiliriz. Hatta isteyene akademik olsun diye derdimizi resim ve figürlerle yazısız da anlatabiliriz. Ama en iyisi anlayacakları dilden, hoşlandıkları şekilde verelim.
Neyse boşverin... Ne Lucescu’nun atlarından bahsedelim, ne de Fenerbahçeli yöneticilerin cevabındaki yürüyen kervanından... Böyle bırakalım daha iyi... Kim ne anlarsa...

Tuhaf bir takım oldular. Oynayan, oynamayan fark etmiyor veya fark edilmiyor. Nou Camp’tan da ilk puanı alan onlar. Yenemedik diye üzülen de onlar. Oh be, yenilmedik diye sevinen de koca Barcelona.
Nereden, nereye. İlk devre iki kere gidip, iki gol atmaları Avrupa Birliği standartlarına da uygundu. 90 dakikaları kuzu kuzu oynuyorlar. İyi de oynuyorlar. Ama 90’dan sonra kurt adam oluyorlar. Barcelona’da ilk devrenin aydınlık Galatasaray’ının ikinci devre kararmasının nedeni belki de Roma maçında 93’te Hasan Cam’ın saçma sapan bir faulle sararmasıydı. Her Avrupa maçında gördüğü kartlarla ün salan Hakan da, Barcelona da gene saçma sapan bir sebeple sararırken dakika 91’di. O da şimdi Liverpool’da yok. Renklerle anlattık, renklerle bağlayalım. Yönetim öyle bir ceza vermeli ki sararanlara, mosmor olmalılar.

Fatih Terim, Müfit’iyle, Bülent’iyle, Eser’iyle, doktoru, diyetisyeni, mentöriyle bir ekip çalışması yaptı, dört sene Galatasaray’da. Lucescu ekibi daha da genişletiyor. Önce kondisyoner Carlo geldi, şimdi de büyük bir ihtimalle camcı dahil olacak. Galatasaray’ın camcısı belki ileride sahaya da çıkacak elinde macunla, camla. Zırt, pırt telefon edip camcıyı çağırmaktansa...

Ukrayna maçında Tuncay Özilhan da vardı. Hani Efes’in, TÜSİAD’a ödünç verdiği başkan. Cin gibi tabii. Akıllı ve zeki de. Boş yere TÜSİAD Başkanı yapmazlar adamı. 10 bin biletli seyirci onun da kanını kaynattı. Belki ellerinde 10 bin Efes birası hayal etti. Takımı artık Abdi İpekçi’de oynuyor. Maccabi ilkti. İstenen oldu. Her hafta şölen var artık, Abdi İpekçi’de.
Peki ya Ülker diyeceksiniz. Onların durumu biraz farklı. Onları Ahmet Cömert salonuna bağlayan anlaşmalar ve yaptıkları yatırımlar. Federasyon aynı şartları Abdi İpekçi’ye taşıyabilirse, Ülker için de bir sorun kalmaz sanırım.

Hiç aynı ekrana çıkmamıştık. Senelerdir yan yana bile gelmemiştik. 12 Dev Adam bizi de yakınlaştırdı. Hatta çarşamba günü aynı odaya bile soktu. Denktaş ile Klerides kaymaklı kadayıf yiyecekler, biz küs mü kalacağız? Köfte, piyaz, ayran da bizim menümüzdü. Barıştık. En önemlisi konuşarak anlaştık. Aydın Örs’ü bilemem ama, ben kendi adıma mutluyum. Pazar’a, CNN Türk’teki Pivot’ta onu ağırlıyorum.

Beyoğlu’ndaki Alkazar sinemasını hatırlarsınız. Bir dönem üç film birden oynatırlardı. Birincisi "Parçala Behçet" filan gibi birşey olurdu. İkincisi de mesela "Beş atış yirmi beş" diyelim. Üçüncüsünü şimdilik bırakıp, Saracoğlu’na geçelim.
"Parçala Fener" idi filmin adı. Veya tersi, "Parçala Beşiktaş" her neyse. Aşk, nefret, gözyaşı, sevinç, üzüntü, şiddet, korku, gerilim herşey vardı Alkazar’da. Pardon, Saracoğlu’nda. Hatta filme ilave renkli miki veya mikiler bile. Yani atılan üç gol. 90’dan sonra üst katta ikinci maç başladı. Veya ikinci film. Galatasaraylı ve Fenerbahçeli yöneticiler arasında oynanıyordu. Aynı heyecan, gerilim, şiddet vesaire orada da devam ediyordu. "Beş atış, yirmi beş" idi adı. Dün alt kata sıçradı, Denizli ve Lucescu’nun oturduğu. Korkumuz zemine inmesi, futbolculara sirayet etmesi. Dileğimiz de tabii, maçların 90 dakikada bitmesi. Peki ya üçüncüsü, diyeceksiniz, belki de unuttum zannedeceksiniz. Onu Fulya sinemasına aldılar. Uzadı, dizi yaptılar. İsmini "Kardeş kardeşi vurur mu?" koydular. Başrollerde kim mi var, Christoph Daum, Serdar Bilgili ve Beşiktaşlı yöneticiler yetmez mi?

SERİ İLANLAR
Pazartesi - Çarşamba 09.30 - 10.00 Radyo D’de
Cuma’ları ise Milliyet’teyiz (Başka şubemiz yoktur.)
İmza: Köyün Delisi