Şampiyonun tarifi mi, Arif’i mi?

5 Mayıs 2002


<#comment>Made in benden girelim yine. Tuhaf bir gün, yani dün. Ne maç öncesi, maç öncesi gibi, hani Sultansuyu’ndaki pazar pikniği tipi. Hani giderler ya kalabalık. Bir top alıp, ikiye ayrılıp önce top, mop; sonra bir mangal kapıp, kebap yapıp, hep beraber eğlenip, gülüp...
Dün biraz daha kalabalıklardı. Farkı oydu. Tribünde 20 küsur bin kişi doluydu. Maç da maç gibi değildi. Tabii maç sonrası da. Futbolun kalbi, damarı hatta canı, belli ki heyecanı. O olmayınca olmuyor, vücutları adrenalin dolmuyor. Gelin gibi stat denir ya, ne demekse. Böyle gelin hiç görmesem de aralarındaki bağı çözemesem de öyleydi işte diyelim biz de. Gelin gibi süslenmişti Ali Sami Yen. Damat Galatasaray’dı o zaman. Hani tribündeki takıları takmasa da, taktıran. Evet, damatla devam edelim. Hani bir müsibet bin nasihata bedeldir denir ya. İşte Şaş’sızlık. Tabii şanssızlık. Ama Şaş’sız, şaşı oluyor damat desem, ne görebiliyor ne de okuyabiliyor. Veya Şaş’sız Galatasaray, sanki başsız Galatasaray. Herkes oflamaya, puflamaya başlamıştı. Yanımdaki Erdoğan abi (Şenay), "Bu Yozgat ligden düştüğünün farkında değil galiba" diyor, 10 dakika sonra da Perez ve Radu’dan iki tane yiyiyor. Hele Radu atınca, hoş

Yazının Devamı

3 N + 1G

3 Mayıs 2002


<#comment>Cüneyt Özdemir’in sevilen programının ismini alıp, içine dalıp, 2N’yi çıkarıp, K yerine G koyup, sonra tekrar okuyup, durdum günlerce. Galatasaray Neden, Nasıl ve Nerede şampiyon oldu, diye. Kocaeli’den beri düşünüyorum.
Evet düşünüyorum, düşünüyorum. Tam bulamadım derken ve hatta pes ederken, gerçi bulmuştum tabii bende herkesin bulduğunu. Veya kurduğunu. Ama tam değildi söylenenler, yorumlar. Eksik olan birşey daha vardı. Azalan pres, hücumcu Perez, Mondragon, iki stoper sanki as döper. Tabii hergün Ergün ve tabii taş gibi Şaş. 19 golün Arif’i, onun tarifi. Golsüz golcü Ümit bile ve Galatasaray’ın gerisi ile dar alan alanlar, toz dumandan sonra elde kalanlar, hepsi vardı. Ama eksik olan birşey daha vardı. Salı akşamı Siena yenince, Ergin Saporta’yı aldı denince, o şeyi de buldum. Şey değil, hatta şeyleri. Huzur, mutluluk, dayanışma, kaynaşma. Anca beraber, kanca beraber, kendi gücünüzü zorlayıp aşma. Düşünün hepsi hepsi veteran Naumoski, alt tarafı Karşıyakalı Stefanov. Üst tarafı Kıbrıs’tan Galatasaray’a neredeyse bedavaya gelen Tolbert, bizim Alpay, diğerleri yabancı, tek ya da çift İtalyanlı Siena. Belki toplanıp, gelseler Türkiye’ye, mesela şampiyon oluruz

Yazının Devamı

Made in benden

29 Nisan 2002


<#comment>Önce pazarı seçenler. Pes onlara. Hem de bu futbol gününde. Kafalar Bursa, Kocaeli’nde. Üstelik bir de maçı 17.30’a koyanlara; onlara da "yuh" olsun diye başlayabilirdim. Önceki iki maçı izlemesem ve böyle desem "cuk" diye de otururdu bana göre. Sonra dedim ki, iyi ki böyle olmuş. Salon hiç olmazsa basketbolu tercih edenlerle dolmuş. En azından futbolun raconlarını basketbola sokanlar hiç olmazsa Abdi İpekçi’den toz olmuş. Gerçi kalanlar ile, o kadar kişiyle bile zor geçecekti Abdi İpekçi’deki gün. Yani dün.
Evet, futbolla ilgilenenler yoktu, basketbolla bilgilenenler çoktu. Komik ama, hatta basketbol bile biraz vardı. Whisby yine yoktu. Fener’in problemi Cim - Bom’dan daha çoktu. Fener’in uzunları daha kusurlu, sanki Galatasaray daha huzurlu gibiydi. Yapacakları, topu sık sık uzunlara atmak, Serdar’la Matthews’u rakipleriyle bire bir bırakmak, Fener pota altını birbirine katmak, sonra da belki farkın üstüne yatmaktı. Önce Mrsic bozdu planı. Doğru yolu seçip, zamansız üçlüğü bırakıp, hatta güçlüğü seçip, penetre ederek Galatasaray savunmasının içine dalarak sayı bulup, elleri kadar bacaklarının da iyi olduğunu gösterdi hepimize. Sonra takım oyunu. On bir sayı geri

Yazının Devamı

Üç büyükler mi, üç küçükler mi ?

26 Nisan 2002


<#comment>Sonun başı, veya Delinin kuyuya attığı taşı. Ne derseniz deyin. Yani köşenin özeti anlayacağınız. Önce herkesin bildiği. Şubenin özelleştirilmesi, spektaküler yabancılarla sahadaki oyunun güzelleştirilmesi, formanın takımın, ismin cismin, sağına soluna, üstüne arkasına önüne, bilmem kimin adı, paranın tadı, sponsorla dost, sevgili birliktelik, hatta flört, evlilik, ciddi bir beraberlik. Üst yapının iddialı olması. Basketbol seyircisinin salonlara dolması.
Yukarıdakilerden sıkılıp, ‘Bunları biz de biliyoruz, değişik bir şey söylesene’ derseniz eğer o zaman aşağıdakileri okumaya değer deyip, her zamanki gibi bir köyün klasiğiyle bağlayalım. Bu üç futbol büyüğü veya üç basketbol küçüğü, ligin yedinciliğine, sekizinciliğine, dokuzunculuğuna değil, birinciliğine oynadıkları zaman, işte o zaman, of, aman aman. Türkiye’de basketbolun kaderi bir yıl, bir ay, bir hafta, bir gün değil, bir saat içinde değişecek. Değiştiren de basketbolun adının, gücünün tadının farkına varacak. Bunların hiç biri olmazsa da üçü birleşip tek takım olacak. Ya da kulübün kapısına bir tabela asılacak, üstüne de üç - beş satır yazılacak:
Sayın taraftarlar. Yerimizi değiştirdik. Arka sokağa

Yazının Devamı

Abuk hatta abuk sabuk

25 Nisan 2002


<#comment>Şu işe bak. Turu geçeni Efes bekliyor. Yani maçı, molası, devre arası, beyazı, karası, duşu muşu kullanması: 100 - 105 dakika. Gelenin bitirecek işini, çekecek fişini. Hani elensen bir türlü, elenmesen bin bir türlü. Zaten biri 8 olmuş, öbürü 9. Kod adı: Bu turdan sonra ikimiz de yokuz.
Önce seyirci. Hiç bu kadar sahadan çıkarılmayı hak edenine rastlamamıştım. Hani sahaya hiçbir şey atmasalarda, ortalığı birbirine katmasalar da attıkları spor dışı sloganlar, midemizi bulandırdı. Ne desem, nasıl desem. Biri Revivo’dan bağlantı kurup İsrail aleyhinde taşıyor, öbürü Apo’dan girip PKK diye bağırıp, iyice şaşırıp, şaşıyor. Ve tabi iki taraf birden haddini iyice aşıyor.
Sonra yönetimler. Galatasaray’dan tık yoktu. Fenerbahçe Uslu’su, Özdemir’i, Özaydınlı’sı, Aşık’ı ile hiç olmazsa Cim - Bomlular’dan daha çoktu. Ama anlamadığım şu; Dünkü iki büyüğün hali. Birbirlerinin bir üstüne çıkmak mı bütün amaç? O zaman mesela futbolda ikinci olan Şampiyonlar Ligi’ne girerken bile niye bu yaygara öyle? Eğer buysa, dünkü iki takımın bu kadar basketbolsuz hali nedir böyle?
Dünkü maçın elle tutulur hiçbir tarafı yok ki. Üstelik ayıbı, kayıbı o kadar da çok ki. Hani

Yazının Devamı

Bologna nire İstanbul nire!

22 Nisan 2002


<#comment>Böyle başlamak tuhaf mı olacak bilmiyorum. Hoş olsa da olmasa da böyle başlamak istiyorum. Daçka’nın fendi, diğerlerini yendi. 800 bin dolarlık takımla dün Ülker’i kupanın dışına itmek, bugün de Efes ile sonuna kadar itişmek az şey mi? Hedefleri finalmiş belli ki. Sokak basketbolcuları onlar. Zaten de sokak basketbolu oynuyorlar. Ama aralarına Halil’in kimlikleri serpiştirilmiş. Sokakların kuralları neredeyse, kupanın kralları yapacaktı onları. Hakan Köseoğlu’nun Kerem’e kafayı takması, milli takımda rakibi olması hem onu bozdu, hem de takımını. Evet, Daçka çok heyecanlı, Efes de onlardan daha canlıydı. Efes Pilsen’in başında Murat Didin olsa, Halil belki biraz daha motive olup dolsa, kısaca halamın bıyıkları olsa diyelim. Şenol Güneş, yanlış yerde, yanlış zamanda söylemişti, ama ne kadar ekmek, o kadar köfte belki de bu Daçka’nın ikinciliği için söylenmeli.
Ve Efes. Hani ister Bologna nire, İstanbul nire deyin, ister niyet Bologna’yaydı kısmet İstanbul’a. Kısaca ne derseniz, deyin. Oradaki Final - Four’a kalamadılar, o hırsla ve o hızla İstanbul’daki dörtlü finale daldılar. Hiç zorlanmadan da kupayı aldılar. Sonuçta kupa kupadır derseniz eğer, ben de derim ki

Yazının Devamı

Finalin adı mı, tadı mı?

21 Nisan 2002


<#comment>Adı dörtlü final, ya da son dört. Hangisi uyarsa... Ligin ilk dördü, kupanın da son dördü olmuş... İyi de olmuş... Yani dört iyi onlar. Bundan iyisi yok mu? Var hem de çok... Üç tane veya tane tane... Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş... Hiç olmazsa üçünden biri Abdi İpekçi’de olsaydı, keşke salon da dolsaydı. Türkiye Kupası bu sene sanki daha farklı katılanlar için... Acaba niçin? Darüşşafaka ve Telekom’un açlığı, Efes ve Ülker’in Eurolig hüsranı... Evet... Bu sene kupa onlar için daha anlamlı...
Ülker ile başlayalım...
Sıkıntı hep aynı. Bir de beş rakamından nefret ediyor Didin belli ki... Bir veya beş nolarından biri iyi oynarsa gerçek bir basketbol takımı oluyorlar. Oynamazsa veya oynayamazsa da çabucak soluyorlar. Lollis yine hem kendisi hem de beş nolar için oynayandı. On bir ribaund kapan, yine çok atan ve en çok atan Goljovic ile beraber Daçka’ya tek kafa tutandı. Tutku’nun Hakan’ın karşısında yok olması, uzunlarının sanki şoklanıp çaresiz kalması, hem Ülker’i bitirdi. Hem de Efes - Ülker finali umanların hayallerini... Halil Üner ve Murat Didin... Ne kadar saklasalar da, ne de takmasalar da, ezeli rakip onlar. İkisi de iyi coach, ikisi de hakiki

Yazının Devamı

Onlar ve Don’lar I

19 Nisan 2002


<#comment>Büyük bir aile onlar. Sanki Sicilyalı Don’lar. Don Bilgili, Don Yıldırım, Don Albayrak (Not: Özhan Canaydın konuşmadığı ve yeni olduğu için pas geçilmiş, yerine eski yönetimi temsilen bilhassa Albayrak seçilmiştir.) Hatta maaile oluyorlar bile.
Mesela Don Cavcav, Don Doğan ve tabii ki en büyük Don, Don Ulusoy ile. Bence hepsi dostlar. Ak gün dostları da olsalar, kara günde birbirlerine de sulansalar dost onlar. Bütün Don’lar. Kamera önünde değişseler de, düşman gibi gözükseler de evet, dost onlar. Hani Genco Erkal’ın tek kişilik müthiş bir oyunu vardı. Bir Deli’nin Hatıra Defteri miydi, neydi. Bu da çok kişilik bir oyun. Bir Lig’in Hatıra Defteri belki de. Evet, bir oyun bu. Arkalarındaki milyonlara oynanan. O garibanlar da bu oyuna kanan, inanan. Yenilenin dili kemiksiz oluyor, yenenin diline hemen kemik doluyor. Hepsi işadamı, akıllı, zeki, cin gibi. Her gün birbirlerini arıyorlar, tarıyorlar. Hani kadının olursa üç - beş dostu önemlidir birbirlerini bilmemesi, görmemesi. Aksi halde olan kadına olur, hepsi birden dostken, vallahi aniden düşman olur.
İşte neymiş, Don Yıldırım aramışmış, Sinyor Yavuz’u mu neyi, o da Don Ulusoy’u. Onun yanında da Kartal’ın

Yazının Devamı