İstanbul tuhaf şehir. Bir kere çok özel. Tabii çok da güzel. Heyecanlı, 24 saat canlı. Geçmişi geçmemişi, geçineni geçinemeyeni, eskisi yenisi, yaşı başı ve tabii mutfağı ve aşı, kısaca ağzı, burnu, gözü kaşı... Ayır küçük parçalara İstanbul’u, hepsi büyük geliyorsa. Nişantaşı Milano’ysa, Moda da Monaco, ya da Kalamış Cote D’Azur veya Beyoğlu Roma...
Güngören’e gelelim. Stadına. Stadio della Güngören diye İtalyanca desem de, ya da Stade de Güngören diye Fransızca. Ya da Almanca’ya geçip Güngörener Stadion da desem, stat aynı stat, birşey değişmiyor. İstanbulspor’u kızdırmadan, Güngörenli’yi kırmadan bu stadı anlatmak zor. Bir cümleyle anlatır mısın deseniz, bırakın cümleyi üç kelimeyle anlatayım derim ben de. Mesela Lee Van Cliff. Bir üç kelime daha söyleyelim, stat için. The bad, the good and the ugly. Hani kötü adamın o müthiş filmi. Yani iyi, kötü, çirkin...
Stada tekrar döneceğim. Ama önce gelişi. Güngören’e gelmek kolay da, stadı bulmak olay. Ara sokaklara dalıp, bazen durup bazen sağa sola sorup, son anda bulduk. Nerede yahu bu stat derken, baktım dibindeyim. Yarı açık cezaevi denir ya, bu da yarı açık futbol evi. Hafif açık, hafif saçık. İyi olan seyirciydi. Kötü olan zemin, çirkin de stadın kendisi. Biraz prefabrik, biraz betonarme karkas gibi. Evet biraz da Stade de Güngören’i yazalım. Artık stadın içinde azalım. Üst katta soldayız. Yani basın. Yanımız Şeref Tribünü. Ama sanki Güngörenli balıkçı Şeref’in özel tribünü. Onun önünün solunda siyasi zevat (öyle denir ya). Yani milletin vekilleri. Ortada İstanbul Valisi, yanında Ali Dürüst, Adnan Polat falan, filan. Alt katın kiracısı Galatasaraylı seyirciler. Karşımızdaki tribün, bizimkinin tıpkısının aynısı. Tribünün bittiği yerde bir apartman. Statla aynı tonda, aynı fonda. Hani apart otel denir ya. Bu da apart stat olsa gerek. Kale arkaları da bir hoş. Birinin arkası yeşil alan yapılmış. Isınan sporcular, özürlü vatandaşlar, güvenlik kuvvetleri, fotoğrafçı arkadaşlar. Güngören Parkı gibi. Öbür kalenin arkası, arkasız bırakılmış. Reklam panoları ile kapatılmış. 80. dakikada stadın dışına, Güngören’in içine giden top, o kalenin içinden kaçtı işte.
İki not daha var. Albayrak yine en sevilen, en çok övülen, Toroğlu da en çok sövülendi. Ve tabii ki bu Galatasaray adına ayıptı. Son olarak Lucescu. O da herzamanki gibi kayıptı. Düşünün rakip 30’da 9 kişi kalmış. Bizim Lucescu, ikinci devre başlarken takıma üç yeni oyuncu almış. Hasan ve Perez uzun bir süre sakat sakat oynadılar. Daha doğrusu oynayamadılar. Kısaca, hatta çok kısaca Erdemir ile İstanbulspor, Lucescu ile de Galatasaray dokuz kişi oynadılar.
Fenerbahçe medyadaki ‘anonscuların’ isimlerini niye açıkla-ya-mıyor?
21 Mayıs 2010
'Süper Çöplük'ten nemalanan süper yorumcular, süper başkanlar
14 Mayıs 2010
Ankaragücü ve Trabzon Fenerbahçe'ye yatacak mı, dükkanı kapatalım mı?
7 Mayıs 2010
Galatasaray Liseli olunca insan hakları, 'Jbüşüst liseli' olunca hayvan hakları mı?
30 Nisan 2010