<#comment>#comment>Tam uyuklarken, daha doğrusu uykuya dalarken, üstelik saat 17.29 daha çok erken derken, geldi gol. Çok ince, ipince, incecik bir Güney Amerika ara pası ve Galatasaray’ın her zamanki gol ası. Evet, yine Felipe’den, yine 3 - 4 kişinin içinden, yine maçın pası, yine Galatasaray’ın Arif’i, yine bir Galatasaray golünün tarifi. Veya bir made in Bilgin daha. Felipe’den burası Malatya, hadi Arif al - at - ya.
Bu defanslarla bu lig vallahi tam Arif’in ligi. O da bu ligde renkli miki. Hem olgun, hem pişmiş, hem de kurnaz tilki gibi. Hani her takıma lazım tam bir lig oyuncusu tipi. Hasan Şaş, Berkant, Ümit Davala, Meksikalı ve Mehmet Polat İstanbul’da kalmış, Terim yanına Ergün’ü, Christian’ı, Vedat’ı, Balic’i, Pinto’yu, Suat’ı almıştı. Hani şöyle bir olmayanlardan bir on bir çıkarırsak eğer, o çıkan on bir de Malatya’ya çıkan on bire eşdeğer. Üşenmeyelim sayalım; geride Ümit Davala, Vedat, Meksika, Ergün, ortada Pinto, Suat, Berkant, Balic, ileride de Christian, Hasan Şaş. Gel de şaşma. Üstelik Mehmetler’in kaleci olmayanı veya soyadı Polat olanı hala yok. Malatyalı televizyoncu sanki kafamdan geçenleri okuyor. Sizde fazlalık, bizde Fazlı’lık var diyor! Zaten maçlar 11’e 11
<#comment>#comment>Johnson dün geceki ilk şoktu. Çünkü, ilk on birde yoktu. Fenerbahçe’nin en çok koşanı, sahanın her yerinde coşanı on birden kesilmişti. Kesen de Lorant gibi gelse de o değil, ama onun getirdiği Steviç’ti. Allah herkese Lorant şansı versin denecek de şanslıydı Alman hoca. Millet birini ararken veya o birini bulmak için bütün dünyayı tararken, onun elinde o birinden üç tane vardı. Hatta gariban Yusuf’u da sayarsak dört.
Arjantinli ve İsrailli olanı sahada, Hırvat alanı yanında, Türk olanı da ya tribünde, ya televizyon başındaydı. Lorant’a rağmen müthiş başlamıştı Fenerbahçe. Ortega - Revivo, sonra yine Ortega - Revivo - Ortega... Sıkılmadınızsa devam edelim. Sonra Revivo - Ortega yine Revivo sonra... Peki daha sonra vallahi yukardaki gibi aynen öyle, Fener oynuyordu, yalnız bu ikisiyle yazıldığı gibi aynen böyle. Evet Fener, Feyenoord’u bunaltıyordu. Yoruluncaya kadar İsrailli ve Arjantinli müthiş bindiriyor, Fatih Akyel ile de biri Ortega’ya diğeri Serhat’a iki yüzde yüz top indiriyordu. Hollandalılar çıkamıyorlardı bile sahasından. Evet bu Fener, bu Feyenoord’u vallahi billahi yener. İlk 20 dakikanın özü veya o dakikaların sözüydü. Bu tempoda ne Revivo, ne de
<#comment>#comment>Beşiktaş’ın oynayan ilk on biri mi, yoksa oynamayanların tek tek herbiri mi? Ali Eren, Serdar, Tümer, Yasin, Tayfur, Nouma. İşte onlar on birin dışında kalanlar. İlk 45’te Lucescu’nun yanında yer alanlar. Bir hakiki stoper ex milli ama sivri dilli. İki ön liberonun iyisi, üstelik biri olmasa da diğeri Kore - Japonya millisi. Tümer Sergen yüzünden gazi, Nouma da sakatlığından niyazi. Ve Serdar...
Lucescu yanındakilerle hem rakibe, hem kendi on birine gözdağı veriyor, sanki. Maç başlıyor, Beşiktaş da hemen yükleniyor. Her an gol bekleniyor. Ama işte 19. dakka ve men dakka dukka! Veya atamayana atarlar. İstanbulspor’dan ilk akın ve Allah aşkına Beşiktaş’ın defansına bakın. Hani çocukken veya çocukça bir oyun vardı. Bu görmüş, bu tutmuş, bu pişirmiş denir ve eklenirdi: Bu da yemiş. Biri adamını kaçırıyor, biri ortalatıyor, biri kafayla pas verdirtiyor, biri de röveşata yaptırtıyordu. Yiyen de tabii Cordoba. Golün gerçeği değil, şakasıydı sanki. 26’da Sergen, Sergen’leşiyor, çok az kullanılmış sağı, müthiş bir vole ve gole bakın gole.
Beşiktaş forveti ve Sergen, defanslarına karşı da oynuyorlardı. Sanki defans oyuncuları içlerindeki İstanbulsporlulardı! Bilhassa
<#comment>#comment>Denizli’den önce Denizlili, hatta Denizlililer... Deplasman filan değil orası. Sanki bu Dünya ile Mars’ın arası... Mesela stadın dışı... Bir - iki simit için stadın dışına saçıldım. Hatta oldukça da açıldım. No küfür, no muzur... "Abi hoşgeldin" sesleri, el sıkmalar, bol alkış... "Gizli kameraya çekiliyoruz herhalde" dedirtiyor insana. Sonra stadın içi... İki takımın taraftarları... Bir kere yan yanalar... İç içeler de. Aralarında da ne polis, ne tel, ne şu, ne bu... Ne de kafes... Üstelik herkes tek ses, tek nefes... Cim - Bom’u tribünlere çağırıyorlar. "Türkiye sizinle gurur duyuyor" diye bağırıyorlar. Denizlili için hoş bir cümle daha seçelim. Sonra maça geçelim derken, Denizli sahaya çıkıyor. Ellerinde de bir pankart, üstünde de yedi kelime; "Avrupa’daki gururumuz Galatasaray’a Şampiyonlar Ligi’nde başarılar dileriz". Pes vallahi... Ama işte... "Hani iş başka, aşk başka" denir ya... Aşk da bitti aniden maç da başlayınca... Aşktan işe, işten de diş dişeye geçiverdik birden...
Galatasaray’ın geçen haftadan farkı, daha doğrusu tek farkı vardı. Arif yoktu, Cihan vardı. Ümit Karan’la, ileride tek kalıyorlar, ortada bir fazla oluyorlardı. Batista yine kenemsi ön
<#comment>#comment>Rotterdam’daki Lorant’sızlık, Ortega’nın oturması değil, Stevic’in geri kalanları oturtmasıydı bana göre. İşte şimdi yandı Alman demiştim Stevic’i görünce ilk on birde. Eleştiriler mermi olup yağacaktı Lorant’a. Düşündüğüm olmadı. İyi oynamıştı çünkü ex Dortmundlu. Kimse sormadı, soramadı.
Fenerbahçe’nin geniş bir kadrosu vardı. Her tipten, her yaştan, her baştan, her cisimden, her isimden oyuncusu da. Yok yoktu gibi hani. Mesela bir Revivo, bir Rapajc yaratılamazdı içeriden. Dışarıdan onun için alınmışlardı zaten. Hatta Revivo’dan bir Ortega yapılabileceği halde kopyası olacağına aslı olsun denmiş, Arjantinli’ye büyük paralar ödenmişti. Ama bir Stevic de mi çıkmazdı geri kalanların arasından ? Tek özelliği koşması, baskı yapması, basit top oynaması, kısaca futbolun ana kurallarını uygulaması olan bir oyuncu da mı yaratılamazdı Ceyhun, Yusuf, Hakan’dan, veya şundan bundan.
Evet, Stevic olmasa da gibisi çoktu da Lorant’ın bu işlerle uğraşacak vakti yoktu. Olmazsa olmaz mıydı yani o ? İki aydır gece gündüz beraber olduğu oyunculara şöyle demişti Lorant, Rotterdam’da Stevic’i ilk on bire koyarak. Belki dememişti, ama onu demeye istemişti. Sizlerden bir Ortega
<#comment>#comment>Ne gündü ama denir ya... Belki de denmez ya her neyse. Denmezse de biz diyelim. Evet ne gündü bugünün dünü. Erol Ersoy gözüktüğü an binlerin "I Love You Hagi" diye bağırması, sonra İmparatorlarını tribünlere çağırması,, Terim’in dönüşü, Lucescu’nun havasının varsa tabii, ya da kaldıysa tamamen sönüşü.
Evet ilk maçtı. Ya da klasik bir ilk maç gibiydi. Ya da ya da bir ilk doksan tipiydi. Ne tat var, ne tuz. Tam ne tat var, ne tuz derken gol geldi bile. Ümit Karan ile. 15’te Ergün’ün topu alıp soldan dalıp, sol gösterip sağ vurması, Ümit Karan’ın bomboş ama çok hoş yükselmesi ve Shorunmu’nun soluna bırakması. 18’de tipik bir stoper kaleci anlaşmazlığı, Vedat ile Mondragon’un durumu 1-1 yapması. 21’de Sarr’ın gol olmasa da gol gibi kafası. Belki futbol yoktu ama, devamlı saldıran Galatasaray’da pozisyon çoktu.
Felipe çok heyecanlı, Senegalli de çok çok canlıydı. 31’de Felipe’nin Arif’e maçın pası, Galatasaray’ın Arif’i, penaltının tarifi, pasın sahibinin penaltıyı atması. 43’te Muhammed Sarr’ın Felipe vari uzun ara pası ve Ümit’in ikinci, Galatasaray’ın üçüncü golü. Evet Galatasaray iyi oynamıyordu, veya oynayamıyordu. Ama oynarmış gibi yapması bile yetiyordu
<#comment>#comment>Soran sorana, 12 Dev Adam Indianapolis’e kadar düzelir mi? Düzelmişlerdir bile belki, diyorum. Onların haftalara, günlere ihtiyacı yok çünkü. Saatlere, hatta dakikalara, hatta hatta saniyelere ihtiyaçları var. Hastalık vücutta değil ki kafada veya kafalarda. Ve de psikolojik. Hatırlayın maçtan maça değişen Milli Takımı. 40 dakikaları, 40 dakikalarına uymuyordu. Sonra ilk devreler, ikinci devrelere uymamaya başladı. Hastalık ilerledi yani.
Efes World Cup’ta, periyodları periyodlarına uymuyordu. Olağanüstü bir 10 dakika, sonra olağanaltı hatta çok altı, hatta çok çok altı başka bir 10 dakika. 10 dakikada ne oluyordu da bu kadar değişiyordu 12 Dev Adam. Anlatalım veya anlatmaya çalışalım.
Dokunulamaz beş oyuncu var bu takımda. Hido, İbo, Mehmet Okur, Kerem ve Mirsad. Bunu Aydın Örs biliyor, Çetin Yılmaz da. Oyuncuların anneleri, babaları, eşleri, çocukları ve arkadaşları da. Basın da biliyor, seyirciler de. Ama en kötüsü, kendileri de biliyor. Ne olursa olsun, nasıl oynarsa oynasınlar bu beş kişi oynayacak. Öyle de oluyor zaten. Sacramentolu Hido, Panathinaikoslu İbo, MVP Mirsad, Detroitli Mehmet ve alternatifsiz Efesli Kerem (Gerçi Ender Aslan var ama, aması da
<#comment>#comment>İlk periyot bittiğinde 24 - 15 Türkiye idi skor. Ömer Onan müthiş bir 10 dakika oynamış, her yeri dağıtıp birbirine katmış, Brezilya kadar da sayı atmıştı. Nereye sürtünse alev çıkartıyordu. Hani benzetmek yerindeyse ya da değilse veya her neyse kibritin ucu gibiydi. Mirsad’ın yokluğunda Mirsadvari bir oyuncu tipiydi. Veya sanki Mirsad’ın kısası gibiydi. Niye durup dururken Mirsad peki. Üstelik dün sahada yokken. Bu takımı saha dışında hazırlayanlar Örs ve ekibi. Ama saha içinde ateşleyenler ve gaza getirenler de Mirsad ve Ömer. Veya kavgaya sokan veya diyelim fitili çeken. Anladınız değil mi? Bu takımın ruhu Mirsad ve Ömer kim ne derse desin. 12 Dev Adam onlarla takımlaşıyor. Bu da kesinoğlu kesin.
Hido’nun yanında Stojakovic ve Divac’ı araması, bulamayınca da beşe bir zorlaması, Detroitli Mehmet’in üç periyot NBA hayallerine dalması, içerinin bir tek takımsız Asım garibine kalması filan falan. Üstelik içerde problem çok. Hem Hüseyin, hem Mirsad yok. Dışarıdan atarak kazanmaya alışmışız. Atarsak bizim için ne ala. Ama atamazsak ya da atıp da sokamazsak rakip için oh ne ala. Futboldan sonra basketbolda da her yol Brezilya’ya çıkıyor galiba. Üstelik birer değil