<#comment>#comment>Serhat, Washington, Ortega, Tuncay, Yusuf’lu Fenerbahçe. 6 - 0 galip değil de 6 - 0 mağlup olsaydı ne olurdu sizce ? Evet, Galatasaray: 6, Fenerbahçe: 0.
İşte doğmamış çocuğun donu. Hatta pantolonu. Dört forvetle başlanır mıydı ? Yusuf haftalardır oynamıyordu ve ..... (Rapajc için Panathinaikos maçı sonrası yazılanlar). Üstelik hücum yönlüydü o. Bütün yük Stevic - Johnson’a biniyordu. Stevic zaten üç metre karede oynuyor (Hakan Bayraktar niye yok ?), orta sahada bütün yük tek Johnson’a kalıyordu. Ve tabii Fener’in sahasının ortası yok oluyordu. Washington yerine Serhat - Tuncay çiftleşmeliydiler. Çabuk ama dengesiz Fatih’i ve Yusuf’u, Galatasaray’ın Hakan, Ergün, Hasan’ın önüne bu Lorant nasıl koyardı ? Rüştü zaten SOS veriyordu, falan filan ..... Ama futbol bu denir ya (ne demekse), evet futbol bu. Ya da bu futbol bazen işte öyle yorumcusuna da böyle ..... Dört forvetli, üstelik Yusuf’lu, üstelik Stevic’li, üstüne üstlük Lorant’lı Fener’in maç öncesi onbir böyle olur mu denen onbiri, yine maç öncesi işte onbir olursa böyle olur denen Terim’in onbirini 6 - 0 yeniyordu. Evet, futbol belki de nasıl kıvıracaklar diye yorumcularını deniyordu.
Neymiş, 2008’i
<#comment>#comment>Yunan adacıklarındaydık. O adacıktan öbür adacığa turluyorduk. Sonra yorulduk. Sonra da bir balıkçıya girdik, oturduk. Keyfimiz yerine gelmişti. Rum patron anladı ne milletten olduğumuzu. Ne mal olduğumuzu da. Oturun dedi ve karışmayın. Bana bırakın.
Hava müthiş romantik, adacık hafif Rum - antik. Havaya girdim ben de, aniden de bağırdım. Bize balığın Allah’ını getir. Değişti Rum’un suratı. Balığın Allah’ı dedi deniz çipurasıdır. O da bizde değil, sizde. Ama sizde de onu pişiren yok. Pişirenin Allah’ı da sizde değil, bizde. Sonra masaya oturdu. Tabii uzo, tabii meze, tabii balık, tabii salata. Rum - antik adanın romantik Rum’u sanki filozof dedelerinin balıkçı kılığına girmişi gibiydi. Çipura mipura hikayeydi tabii. Onu pişiren veya pişiremeyen de. Kendisi bizde, aşçısı onlardaydı ya. O çipuraları beraber yakalayıp beraber yemeliydik. Belki de halklar olarak politikacılara biz beraber yaşamak istiyoruz demeliydik. Hani Fenerbahçe - Panathinaikos ile oynadı ya dün. Ortega, Rüştü veya Lorant, tabii defansın üçlüsü veya dörtlüsü, liberonun sarkanı, sarkmayanı, alanın daralanı, daralmayanı, kanadı manadı, çiftleşen santrforları önemli. Zaten bakın sağım solum, arkam
<#comment>#comment>Ne I love you(X) yanlış, ne de I love you (X) diye bağıranlar yanlış. Ne de Çulcu, ne de onun hakem olması ya da olmaması. Yanlış olan Çulcu’nun belki de I love you(X) ile alakasının olmaması. Size saçma gibi gelse de en son acaba ne zaman Mustafa Çulcu birine I love you(X) demiş ? Ya da ona en son acaba ne zaman I love you Mustafa(X) denmiş ? Konu Çulcu değil tabii. Onun ismi altında o kafanın, o kafaların cismi veya onların resmi. Yine hiç ilgisi yok gibi gözükse de ki var, hem de ne çok var. Mesela en bilineni olsun. Pierluigi Collina ne yer, ne içer ? Ne giyer ? Nerede veya nerelerde gezer ? Nerede yaşar, ne dinler, nasıl dinler ? Hobileri, fobileri nedir, ne değildir ? Ben hakem olsam anons ettirmezdim diyebilirim. Ettirmezdim de. Hatta güler geçerdim de. Ama değilim ki ..... O zaman doğrusu şu bence. Yanlış olan Mustafa Çulcu’nun o anonsu yaptıran hakemlik bilgisi mi ? Yoksa saha dışındaki Çulcu’nun sosyal yaşamla olan ilgisi mi ? Veya Bülent Yavuz. O da o kafanın MHK Başkanı olanı. Acaba o, en son birine ne zaman I love you(X) demiş ? Ya da ona en son ne zaman I love you Bülent(X) denmiş ? Yanlış olan MHK Başkanı değil, ya da onun MHK Başkanı olması. Ya da
<#comment>#comment>Önce son bölümden kısa bir özet. Hani elim aniden telefona gitti. Sonra numarayı çevirdim. Sonra çaldı. Bir daha çaldı. Sonra açıldı. Sonra da o ve onun alo diyen sesi demiştim. Sonra da kapattım zaten. Özlemişim. Alo’su bile yetti de arttı bile. Dağıldım. Darmadağıldım filan falan diye de bitirmiştim.
Mailleri telefonları bırakın, Kadıköy’de vapura binerken, Bağdat Caddesi’nde kahve içerken bile sordular. 1) Döndü mü ?, 2) Okumuş mu ? Anladım ki anlaşılmamış. Veya anlaşılmamışım. Ya da anlatamamışım. Her neyse... Ne okuması, ne de okuyup da dönmesi, ne de okumaması veya okuyup dönmemesi. Bence yanlış yerlere takılıyorsunuz. O an öyle hissettim. Ve yazmak istedim. Ve yazdım. Onu hâlâ seviyorum galiba dedim. Hepsi bu işte. Aynen yazıldığı gibi. Ne daha farklı, ne de daha fazla. Çok merak ediyorsanız döner mi bir gün ? Nerden bileyim. Dönerse siz de anlarsınız zaten aynı gün, yani o gün...
Eden belli, ya da edenler de. Edilen veya edilenler de. Hatta ettiren, ya da ettirenler de. Üstelik niçin ettikleri, niçin edildiği ve niçin ettirildiği de. Bir oyun bu sanki. Sırası gelenin sahneye çıktığı. Ya da ne biçim bir oyun bu. Büyük çoğunluğu hastanesiz,
<#comment>#comment>Tadları zaten yoktu ya da kalmamıştı. Adları ile götürüyorlardı. Daha doğrusu götüremiyorlardı. Dün baktık adlarının da kredisi, hadi salonlardaki diyelim, bitmek üzere.
Hadi Galatasaray’ın üstünde oynamaya müsait bir iskeleti var, ama Fenerbahçe’nin söyleyin Allah aşkına nesi var? Fener ile devam edelim. İyi ki yenildiler. İyi ki de 30 yediler. Böylece şunu dediler veya dedirttiler: Bizden hiçbir şey olmaz. Binlerce nasihat yerine 30’luk bir Galatasaray müsibeti. Bu da Fenerbahçe’yi kendine getiremezse... Hani hep denir ya hayırlı mağlubiyet, ne demekse. Demek işte hayırlı mağlubiyet belki de böyle sene başında Galatasaray’a 30’la yenilmek demek. Çoluk çocuk artı iki onluğa (20 bin dolar) bir liseli Amerikalı, altı onluğa da bir yeni oyun kurucu ve Yeni Zelandalı. Gerisi de işte abiler, işte Erdal, işte Zaza, işte ex Sienalı Alpay, işte Zeki.
Ve Galatasaray. O üç hafif basketbol Fransızımsı Amerikalısı ile mutlu olmaları için Fenerbahçe’yi ezeli ve daimi rakipleri gibi hep yanlarında taşımaları lazım. Ve de tabii hep onlarla oynamaları... Bencleri ve ikinci beşleri Fener’e oranla hazır. Eksik olan ilk beşleri. Ama Arda ve Muratcan ve change yapılabilecek üç
<#comment>#comment>Doğru haber şöyle olmalıydı: Ümit Davala hâlâ kimseyi dövmedi. Dövdüğüne değil, dövmediğine şaşırmalıydık. Sonra İzmir... Herkes için belki bu haber, ama bana göre "Ya işte, gördünüz mü naber!". Kısa kesti Allah’tan. Ara verip, tekrar dövebilirdi. Ya da eşek sudan gelinceye kadar. Ya da kaset eline gelinceye kadar. Ya da dövdürtebilirdi. Sonra araya girip ayırır, sempati bile toplardı. Ya da, ya da, ya da...
Diyarbakır’dan Galatasaray aktarmalı Milan’a gitti diye onun hikayesini beş kuru kelimeyle beş saniyede anlatabiliriz de. Almancı’nın bilmem kaçıncı kuşağından Türkiye’ye, Güneydoğu’suna. Oradan İstanbul is İstanbul. Oradan da İtalya’nın kuzey batısına. Üstelik gece yatısına. Ne demiş adam, belki de dememiş: "Dünya çapında olmak isterim tabii, ama kaldırabileceksem eğer".
İlk Milanlı Turco, ilk UEFA şampiyonu Galatasaraylı, ilk Süper Kupalı, ilk Dünya üçüncüsü Milli Takımlı, ilk üstün hizmet madalyalı... Soruyorlar sokaklara ismi verilen biri adam döver mi? Ben de soruyorum, her an adam dövebilecek duruma getirilmiş birinin ismi sokaklara verilir mi? Gerçi o sokaklara kimlerin ismi verilmedi ki. Veya kimlere "Türkiye seninle gurur duyuyor" diye bağırılmadı
<#comment>#comment>İki Ümit veya Ümits ve Arif ve Felipe ve Hasan Şaş. İster Şaş, ister Şaş’ma. Fatih Terim, beşi bir yerdesini çıkarmıştı ilk on birden. Veya ilk onbirde çıkarmamıştı. Herkes de işte buna şaşırmıştı. En değerli beşlisi yanındaydı. Mondragon, Batista, Emre Aşık, salının takımından kalan üç Bruggezede, Hakan Ünsal, Bülent, Suat, Meksikalı doktorzede, geri kalanlar da zaten Terimzede’ydi Elazığ’da. Bu onbir de bi tür Dream - Team’di belki de. Ya da Rüya Takım. Hani dreamlerde; rüyalarda bile bir araya gelemeyecek takım. Gelseler bile rüyalar biterdi mutlaka hayırdır inşallahlar ile. Terim, rüyaların takımını bir anlamda gerçeğe dönüştürmüştü. Yine sahaya yorumcu ve eleştirmenlerin on biri değil, teknik direktörünki çıkmıştı. Maç öncesi futbol değil, satranç kokuyordu adeta. Terim demese de şunu demeye getiriyordu. Benim adım Fatih Terim. Hem patron benim, hem de ne derseniz deyin, en son sözü ben derim. İlk kırk beşteki Galatasaray’a fazla takılmayalım. Nasıl olsa bir daha Florya hariç aynı on birde bir araya gelmeyecekler, gelemeyecekler. Florya takımı onlar. Ya da Florya’nın takımı.
İlk kırk beşte sahada top olmasa futbol var diyemezdi zaten kimse. Yoktu da. Bu
<#comment>#comment>O Galatasaray’ın bir maçının sonrası idi. Popescu’nun da tartışıldığı günler. Bazı abi yorumcular Terim, Popescu’yu libero oynatmalı demişlerdi. Popescu da ısrarla ben libero oynadım diyordu. Tandem oynamadık. Kafalar karışmıştı. Terim’in bile ben libero oynattım, ama emin olmak için Popescu’ya bir daha sordum; evet, libero oynamış dediği rivayet ediliyordu. Belli ki, o da kafa buluyordu.
Sonra Popescu gitti. Ama sorunlar bitti mi ? Liberonun sarktı denileni bazen sarkmıyor. Sarkmadı denileni de sık sık sarkıyor. Teknik direktörün üçlü defansları, yorumculara göre ara sıra dörtleniyor. Tek santrforlar aniden çiftleşiyor. Ya da Moskova’da Terim’in dediği gibi kağıt üstünde Arif’in ileride tek olması, sahada da ileride tek kalması anlamına gelmiyor. Yorumculara göre Galatasaray Arif ile tek forvet, Terim’e göre Arif, Hasan ve Felipe ile üç forvet oynuyor. Mesela Christian’sız ve Ümit Karan’sız bile, Arif ve Pinto ile çift santrfor gibi oynayabiliyorlar. Veya işte Brugge maçı. Kimilerine göre tam bir arapsaçı, kimilerine göre de Galatasaray’ın bu sezonun son yirmi dakika hariç en iyi maçı. Vesaire, vesaire.
Biri birine, beni anlatırken şöyle demiş. Taktik,