Yaz geldi, güneş ışınları yine yükseldi, yasaklar da büyük ölçüde kalktı... “Keyfimiz yerinde, niye şimdi kanserden bahsediyorsun” diyeceksiniz ama doğru bilinen yanlışlardan birini konuşmamız gerekiyor. Bu doğru bilinen yanlışlardan gündeme bağlı en önemlisi ise, D vitamini sentezlensin diye güneşlenmek gerektiği, üstelik koruyucu krem, yağ olmadan!
D vitaminin bağışıklık sistemi için önemini biliyoruz. Eksikliği de birçok hastalığa yol açıyor. Yapılan çalışmalara baktığımızda, ağızdan alınan takviyelerin tek işe yaradığı vitamin diyebiliriz... Kanser hastalarında kemoterapi yan etkisi için değişik vitamin takviyeleri verildiğinde nüksetme ihtimali artıyor. Sigara içenlere verildiğinde akciğer kanseri riski artıyor. Cildin çeşitli hastalıklarında değişik takviyeler deneniyor; ancak sonuç yine değişmiyor, sadece D vitamini takviyesi işe yarıyor.
Pandeminin başında da hatırlarsanız, önce “C vitamini ve D vitamini takviyeleri hayat kurtarıcı olabilir” dendi, sonra da “C vitamini işe yaramıyor” sonucuna varıldı. D vitamini
Kanser toplumun her kesiminde endişe ve üzüntüyle karşılanan bir hastalık ama bu üzüntü çocukluk çağı kanserleri denilince hissettiğimizin yanında çok daha hafif kalıyor. Erişkinde kanserin, çevresel etmenler, alışkanlıklar, yaşamsal hatalarla açıklanabilir bir dolu kaynağı varken, çocuklarda kanserin oluşma dinamiklerini açıklamak zor. Çoğu zaman kalıtsal da değil. Lösemiler, çocukluk çağı kanserlerinin büyük kısmını oluşturuyor. Lösemiler hakkındaki bilgimizi ve farkındalığımızı artırmak amacıyla da geçtiğimiz hafta ‘Dünya Lösemili Çocuklar Haftası’ olarak çeşitli etkinlikler düzenlendi.
Lösemi, kemik iliğinin kanseridir, herhangi bir yaşta görülebilir ancak en sık görüldüğü dönem 2-8 yaş arasıdır. Akut ve kronik formları ile myeloid veya lenfoblastik lösemi şeklinde dört ana alt tipi var. Çocuklarda daha çok akut lösemileri gözlemliyoruz. Akut formları maalesef daha hızlı ve bulgu vererek ilerliyor. Kemik iliğinden başlayıp sonra
Farklı ülkelerde yaptığı çalışmalarla bilimin evrenselliğinin canlı kanıtlarından biri haline gelen, pandemi döneminde hepimizle kurduğu, samimi, sade ve eşit mesafede iletişimle kamuoyunun gönlüne taht kuran bir misafirim var. Uzmanlığını, iletişimi ve samimiyetini hep örnek aldığım sayın Derya Unutmaz... Unutmaz’la Türkiye’nin ve dünyanın bilimsel profilini, pandemi sürecini konuştuk.
- Bir immünolog olarak Türk halkı sizi pandemiyle tanıdı, bu konuda çok önemli çalışmalarınız var. Pandemide sizden hep doğru bilgiler aldık. Bu konuya gelmeden önce bugün Türkiye’nin ve dünyanın bilimsel profili, yurt dışından nasıl göründüğümüz ve sizin yorumlarınızı sorarak başlamak istiyorum...
Sizlerin güvenini kazanmak çok büyük mutluluk ve onur. Pandeminin başından beri ülkem için ne yapabileceğimi düşünüyorum, yıllardır yurt dışında olsak da kalbimiz hep burada. Bilimsel profil konusunu ikiye ayırmak lazım; pandemi süreci çok özeldi ve insanlığın korkulu rüyası haline geldi. İlk
Hava iyonları, elektrik yüklü moleküller veya atomlardır. Havadaki iyonlar, gaz molekülleri yörüngelerinden bir elektron fırlatacak enerjiye sahip olduklarında oluşur. Negatif iyonlar bir elektron kazanınca, pozitif hava iyonları ise bir elektron kaybettiğinde meydana gelir. İlk izlenimin aksine negatif iyonlar sağlığımız üzerinde olumlu etkiler gösteriyor. Varlıkları da aslında 100 yılı aşkın süredir biliniyor. Negatif iyon jeneratörlerinin ev ve endüstri için kullanımı özellikle pandemi döneminde artınca hemen bilimsel yayınları karıştırmaya başladım ve ilginç çalışmalarla karşılaştım. Tabii sizlerle paylaşmadan da duramadım, çünkü veriler gösteriyor ki havadaki negatif iyon oranı azaldıkça bizim ruh durumumuz da, sağlığımız da bozuluyor. Daha özeti, negatif iyonlar bizi pozitif hissettiriyor.
Önce doğadaki negatif iyon kaynaklarına bakarsak;
Atmosferde yayılan kozmik ışınlar: Uranyum, radyum, aktinyum gibi radyoaktif elementlerin yaydığı alfa, beta ve gama ışınları havayı iyonize eder,
Güneş’ten Dünyamıza ulaşan ultraviyole ışınlar,
Gök
Pandemi onlarca şey öğretti; en önemlisi bilimsel çalışmaların önemi artık herkes tarafından anlaşıldı diye düşünüyorum. İnsanlık aşının geliştirilmesini büyük bir sabırsızlıkla beklerken faz çalışmasının ne demek olduğunu, bir ilacın veya aşının insanlar üzerinde kullanıma girmeden geçtiği klinik aşamaları bizzat yaşadı. Birkaç hafta önce ise Tavşan Ralph’in video’su geldi, preklinik çalışmanın ne olduğunu, kimyasal ürünlerin insanlara uygulanmadan önce hayvan deneyi aşamasından geçtiğini, bu yüzden her yıl milyonlarca hayvanın kullanıldığını öğrendi. Gündem böyleyken ben de sizlere bu tür bilimsel araştırmaların nasıl yapıldığını daha iyi anlatmak istedim ve Preklinik Araştırmalar Derneği Başkanı Ece Öztürk ile bir araya geldim. Kendisiyle Küba’da tanıştığım dönemde, bir biyoteknoloji firmasının danışmanlığını yapıyordu. Aslında bir veteriner hekim olan Öztürk, stajını Almanya’da yapıp mezun olduktan sonra ilaç şirketinde çalışmaya başlıyor; sonra da Marmara
Kanser tedavisi sırasında hastalarımız sıklıkla, kendilerine iyi gelecek, tedavilerini veya bağışıklık sistemini destekleyecek önerilerle kapımı çalarlar. Benim bunlara yaklaşımım genel olarak şöyledir. Önce hastama zarar verir mi? Eğer herhangi bir zarar vermeyecekse, motivasyonunu ve farkındalığını artırır mı? İki sorunun da cevabı olumluysa önerilerine onay veririm. Çünkü günümüzde hasta olmamanın, tedaviden daha önemli olduğu açıkça ortadayken, vücudumuzla ilgili farkındalığımızı artıracak ve olumsuz değişiklikleri hemen fark ettirecek her şey çok önemli.
Bugün yolumun bir şekilde kesiştiği Burcu Yükselal ile sizi tanıştırıyor olmamın sebebi bu duyarlılık. Sevgili Yükselal’ın uzmanlığının ilginizi çekeceğini tahmin ediyorum. Yükselal, NewYork Hofstta Üniversitesi’nde Uluslararası İşletme Bölümü mezunu; aynı üniversitede finans alanında master yapıyor. 2014 yılına kadar nakliye, turizm ve eğitim sektörlerinde çalışıyor. 2014’te ise tüm işlerini devredip ‘Nefes Koçluğu’ yapmaya
Dünya çapında her yıl 80 milyonu aşkın hayvan üzerinde deney yapılıyor. Genel olarak hayvanlara acı, eziyet çektirmek suç sayılırken, hayvan deneyleri söz konusu olduğunda tüm bunlar yok sayılıyor. İnsanın en tepede olduğu doğa piramidi algısı ‘bilimsel olduğu sürece’ bu deneyleri hak görüyor, ancak ‘bilimsel olmak’ ile neyin kastedildiği tam olarak tanımlanmış değil.
Birkaç hafta önce sosyal medyada dönen bir video sadece işin profesyonellerinin değil, herkesin farkındalığını artırdı. Tavşan Ralph’in dramatik öyküsüne tanık olduk; yapılan deneyler sebebiyle gözünü kaybedip kulağındaki çınlamalara katlanan tavşan Ralph, bizler gibi tıp fakültesinden itibaren hayvan deneyleri yapan, hatta eğitiminin bir kısmını onlara borçlu olan ya da her gün onlarca kozmetik ürünü kullanan herkesin şapkasını önüne koydurup yeniden düşündürttü.
Başka yolu yok mu?
Hazır böyle bir farkındalık oluşmuşken ben de konunun ayrıntılarına bakmak istedim. “Hayvan deneyi yapmadan olabilir mi?”
Şeker hastalığı olanlar elbette bilecektir, bir yaşam rutini olarak ne kadar karbonhidrat tüketildiğine dikkat etmek ve özen göstermek gerektiğini... Ancak burada gözden kaçma ihtimali olan, her karbonhidratın kana aynı oranda şeker vermediğidir. Glisemik indeks ve glisemik yük dediğimiz kavramlar, kan şeker seviyesini belirlemede çok önemli ve sanıldığının aksine bu iki kavram birbirinin yerine kullanılmıyor.
Kan şekerine etkisi
Glisemik indeks, yediğimiz bir gıdadaki karbonhidratın hangi hızda glikoza dönüştürüldüğü hakkında bilgi veren bir ölçüdür. Aynı miktarda karbonhidrat içeren iki gıdanın glisemik indeksleri farklı olabilir. Glisemik indeks ne kadar küçükse kan şekerine etkisi o kadar az olur.
Düşük GI: 55 ve altı
Orta GI: 56-69
Yüksek: 70 ve üzeri
Hangi besinlerin glisemik indeksinin düşük veya yüksek olduğunu internetten araştırmanız ya da diyetisyenlere sormanız çok kolay