İktidar ve korku... Hırs ve şüphe... Shakespeare’in 400 yıl önce Macbeath’de birlikte konu ettiği dört duygu. Ve onları destekleyen entrika... Shakespeare’in ünlü tragedyası “Macbeth”, iktidar hırsını ve geleceğe hükmetme arzusunu ele alır. Macbeth’in hikayesi, genellikle güç düşkünlüğü ve arkadaşlara ihanete örnek bir hikaye olarak gösterilir. Macbeth bir savaş kahramanı olarak İskoçya’ya dönerken yolda cadılarla karşılaşır ve hayatının rotasını değiştirecek kehanetleri duyar: Macbeth, kral olacaktır. Bu “bilgi”yi alan Macbeth, evinde misafir olan Kral Duncan’ı öldürür, verdiği çabalar sonucu kral olur. Macbeth ve karısı Lady Macbeth, iktidarda kalabilmek için cürüm işlemekten kaçınmazlar. İktidara ulaşmak için “her yolu mübah” sayan Macbeth, amacına ulaştığında yeni, yepyeni korkularla tanışır. Bu kez de tahtta kalmak için cinayet işlemektedir. İktidarı korumak, iktidarı elde etmekten daha zordur, daha büyük bedel ödemeyi gerektirir. İktidar
“Kumdan kale” deyince ne geliyor aklınıza? Çocukluğunuz? Yaz? Kumsal? Hain bir dalga? Hepsi geliyor benim... Ama bir de kum taneleri gibi tutunmak birbirine ve her dalgaya karşı ayakta kalmak için direnmek de geliyor. Savaşa karşı, barış gibi direnmek geliyor...
Akgün Akova, “Barış Nedir Sevgilim” diye sorduğu şiirinde, “Barış düşsel beyaz buluttur. Bir kaleye çarpıp dağılan kör bir toplumun tehdit dolu yazılarla kirlettiği bir defterdir barış. Kendinde bulamayıp başkalarında aradığıdır insanın barış” diyor... 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne denk düşen şenlikler var bugünlerde. Didim Belediyesi’nin 31 Ağustos-2 Eylül tarihleri arasında düzenlediği şenlikte program, aklıma Akova’nın şiirini getirdi. Şenliklerin her sene akılda kalan etkinliklerinden biri, kumdan heykeller yarışması... Dağılmak değil de kumdan heykeller gibi birbirine tutunmakla olur savaşa karşı direnmek. Kum tanecikleri gibi iç içe geçmeli tüm hücreleri insanların, halkların... Ve kumdan kaleler gibi dimdik korumalı barışı...
Programlar dolu dolu
Ba
Hayat bazen festival gibi... Etrafa bir bakıyorsunuz ki... Oooo! Tam bir festival havası. Her kafadan bir ses çıkıyor. Dünyanın bir ucunda da aynı, burnunuzun dibinde de... Festival denince aklınıza karnaval havası, havai fişekler, günlerce süren şarkılar, türküler, tiyatrolar geliyor değil mi? Hayat da böyle işte. Tek fark, katılmak istesek de istemesek de festival alayının içindeyiz biz de! Tarihte de festivaller işte böyle hayat bağlantısıyla doğmuş zaten. Doğumu, yeniden canlanmayı simgeleyen bahar aylarında ve ölümü simgeleyen kış aylarında başlarmış Eski Yunan’da... Ondan önce ise ilk insan döneminde av dönüşü yapılan ritüeller de tiyatronun doğuşuyla birlikte ilk görüldüğü dönemler. Zamanla değişe değişe günümüze kadar yol almış bu festivaller. Rio Karnavalı’ndan sarımsak, karpuz, kavun festivaline kadar da şekil değiştirerek, farklılık göstererek hem de...
Tarihin ve mitolojinin bize söylediklerine dönecek olursak... Eski Yunan’da ölümsüz tanrıların pek faydalı yaratıklar olduğuna
Küçük kız kaybolmamak için sıkı sıkı tutmuştu, bir yandan annesinin bir yandan babasının elini. Kalabalığın arasında salına salına yürürlerken koltuğunun altında aslında hiçbirinin ne demek istediğini bile bilmediği kitapçıkları, broşürleri doldurmuştu. Hemen hemen her gece gelirlerdi “fuar”a. Kiminde gazinolara, kiminde pavyonları gezmeye, kiminde tiyatroya... O gece de tiyatrodan çıkmışlardı. Kim bilir belki “Kelebekler Özgürdür”ü seyretmişlerdi? Açıkhava sahnesinde tam da dalmışken herkes sahnede olanlara,
Sanki karşısına oturtmuş sevdiğini, dil döker gibi... Uzunca bir aşk hikayesini anlatır gibi... Hüzünle, kahkahayla, ayrılıkla, kavuşmayla, ahlarla, umutlarla dolu uzun bir aşk hikayesini dile döker gibiydi Sezen. Kimi zaman coştu, harmandalı, sirtaki için ayağa kalktı. Kimi zaman hüzünlendi, gözyaşıyla ağıt yaktı.
İzmir konserinin üzerinden neredeyse bir hafta geçti ama bendeki etkisi geçmedi Sezen Aksu gecesinin. “Sen Ağlama” ile başladı. 10 Onno Tunç bestesini art arda seslendirdi. “Geri Dön”, “Beni Unutma”, “Kavaklar”, “Haydi Gel Benimle
“Çıt, çıt, çıt, çıt...” Usul, usul... İnce, ince... Zarif, ürkek, asil bir baston sesi. Duyan hemen anlardı kimin geldiğini. En mutsuz, en karmaşık, en sıkıntılı andaysa bile bırakıp her şeyi koşardı yanına. İsmail Amca! Bir bilsen nasıl özledik o baston sesini. Gülümseyerek gazeteden içeri girmeni, hepimizi tek tek öpmeni... “Siz kalkmayın, ben gelirim” deyişini. “Özlemek yaşamaktır...” demiştin daha ölmeden bir ay önce, Milliyet Ege’de haftalık yazılarını yazdığın “Bizim Köşe”de İsmail Amca... Özlüyoruz seni...
Bazı insanlar vardır. Hiç ölmeyecekmiş gibi gelir. Hasta olduğunu duysanız bile inanmazsınız yitip gideceğine. Bir gün gelse, ölüm kapıyı çalsa... “Haklıymışım” dersiniz. Çünkü ölümün de ne demek olduğunu anlatır giderken. Ne umutsuzluktur ölüm, ne yokolup gitmektir. Araya ayrılıklar girmesidir sadece. Özlem duymaktır biraz da. İsmail Amca’nın ölümünden sonra yaşlı, genç eminim herkes işte bunları
Tatlı bir imbatın eşliğinde, tam tepede ay ve yıldızlar bir İzmir akşamında konser dinlemenin keyfi, tiyatro opera, bale izlemenin zevki kapalı mekandakinden biraz daha farklı oluyor... Notalar gecenin karanlığında uçuşuyor, anlamlar biraz daha yerini buluyor. Bunu ilk keşfeden ben değilim elbet!! Bundan binlerce yıl önce Antik Yunan’da ve Roma Dönemi’nde en önemli yapılar açık hava tiyatrolarıymış. O yapıların günümüzde bile hala en iyi konser mekanı olduğu düşünüldüğünde, başka diyecek çok söz de kalmıyor. Binlerce Efesli, Bergamalı, Aspendoslu, Miletli her gece tıklım tıklım doldururmuş taştan oturma yerlerini. Belki de saldırı olsa, kimsenin ruhu duymazmış tehlikeyi...
Zaman geçtikçe, teknoloji ilerledikçe bir şeyler başka şeylere tercih edilir oluyor. Evde bedavadan dizi izlemek, bilgisayar başında kendini kaybetmek de yeni tercih sebepleri.
Gecenin karanlığında, huzurlu bir İzmir akşamında, Fuar Açıkhava Tiyatrosu’nda 5 yıl önce Zuhal Olcay‘ı dinlerken düşünmüştüm bunları ilk defa. Gerçi tıklım tıklım doluydu
Ankara Sanat Tiyatrosu’nun (AST) sahnelediği “Roma Hamamı” oyununun Büyükşehir Belediyesi katkılarıyla İzmirlilerle ücretsiz buluştuğunu duyduğumda aklıma neler gelmedi ki? Malum... Türkiye’de ağızlardan o iki harflik kelime çıktığında, İzmir geliyor insanın aklına. Başkan Kocaoğlu’nu “Çeşme”de elinde mikrofonla sahnede görünce, “Acaba o kelimeyle başlayacak söze?” diye düşünüyorum. Bir yerde susayıp da su içecekse ister istemez elindeki bardağa odaklanıyorum. Elimi, yüzümü, sebzeleri