İZMİR’İ seviyorum... Hele seçim zamanı daha çok seviyorum! Sevenler çoğalıyor ya... Ne de güzel projeler boy gösteriyor meydanlarda. Aklınıza ne gelirse artık, saymayayım ben. Biliyorsunuz siz de. Anlatılanların yapılacağını hayal ediyorum. “Vay be” diyorum. Sonra aradan beş yıl geçiyor. Beş yıl önce anlatılanlarl yapılanlara bakıyorum, yine “Vay be” diyorum. İşte İzmir’i bu yüzden seviyorum. Tüm hoyratça üzerinde tepinenlere rağmen hala dimdik ayakta ya...
İzmir’i sevdiğimi; durup, dalıp düşündüğüm yerlerden biri de tarihi Asansör... Akşamüzeri, akşam, öğlen, sabah. Günün her saati İzmir, Asansör’den bakınca gözüme öyle güzel görünüyor ki. Seyrine doyamıyorum. Bulutlu havada da, güneşli havada da, soğuk havada da aynı güzel manzara. Tarihi asansörle yukarı ilk çıktığım günü hatırlıyorum. Dario Moreno Sokağı’nın taşlı yolunun ardından, metal parayı uzatıp, sonra da tarihçesini okuyup heyecanla yukarıya çıktığım günü... Onun o eski halini, camlı bölümünden dışarıya dalıp gittiğimi...
14 Şubat’ta yenilendi
Belki bilmeyenler vardır... Asansör, Nesim Levi Bayrakoğlu tarafından 1907 yılında inşa ettirilmiş. Eski İzmir’de Asansör Çıkmazı Sokağı’nın iki yanındaki sakız evlerinde
İKİ ip yeter de artar... Ellerini, ayaklarını, vücudunu hareket ettirmeye... Hoplatıp, zıplatmaya; sinirlendirip, neşelendirmeye... Biraz ışık, biraz ses biraz da yürek oldu mu istediğini oynar sana. Yüz ifadeleri değişmeden, üzüldüğünü, güldüğünü de anlar üstelik karşıdaki. Kukla! Hüner kuklada mı, kuklacı da mı? Parmaklarına ipi geçiren, istediğini yaptıran, güldüren, ağlatan, küfür ettiren, kavga ettiren, sinirlendiren... Kuklacı... Bütün iş onda işte. Yürek de yüreksizlik de... Ne diyelim, Tanrı iplerinizi hayırlı birinin eline vermiştir umarım. Ya da siz oynatıcınızı iyi seçin. Ya da ipleri kime emanet edeceğinizi diyelim!
* * *
“Seç”in demişken! Etrafta seçim havası ağır ağır çöktü mü her şeyin üstüne, kukla tiyatrosu da açıyor perdelerini. Binbir çeşit kukla etrafta. Kemiksiz bedenleri kırılıp dökülüyor, kıvrılıp, bükülüyor. Bir sağa, bir sola. Senindir sahne kukla! Sadece seçimde mi? Her an her yerde aslında bu kukla. Işıklar sahneye dönüyor, ipleri eline geçiren paat indiriyor sahneye. Ses kendi sesi değil, yürek kendi yüreği değil, replikler ona ait değil. Kukla tiyatrosunu izleyince, hayatı tüm gerçeğiyle bir kez daha anlıyor insan. Kuklanın gerçekleri çomak
AŞKIN bedelini bir kişi öder.... Sizce? Evet, aşkın bedelini bir kişi öder... Ödeyen de kalan değil, çekip gidendir fikrimce! Aşk üzerine ahkam kesecek değilim. Ama bu bedel ödeme mevzuunu bana anımsatan, tahmin ettiğiniz gibi 14 Şubat oldu. Her sene bu köşede ister istemez tarih 14 Şubat’a yaklaştığında konu, Sevgililer Günü oluyor.
Geçen sene yazdıklarıma baktığımda 14 Şubat Öykü Günü’nü ve İzmir etkinliklerini yazmışım... ‘Unutmayın, dünyayı güzellikler kurtaracak ve bir insanı sevmekle başlayacak her şey’ diye de not düşmüşüm...
Modern Sanat’ta
Bu yazıya da “Aşkın bedelini bir kişi öder” diye başlamamın nedeni, İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin Sevgililer Günü için hazırladığı program... Bir haftadır toparladığım etkinlikler arasında en dikkatimi çeken programa göre, 14 Şubat’ta İstanbul Modern Sanat Müzesi’ni ziyaret eden çiftler, tek kişilik ücret ödeyerek gezebilecek. ‘Gölgeye Övgü’ ve ‘Modern Deneyimler’ sergilerinin yanı sıra, ‘Safkan Yansımalar’ fotoğraf sergisini görebilecek, ‘Gölge Et Yeter!’ başlıklı sinema programını izleyebilecek.
Onca aşk mönüsü, vitrin, tek taş, romantik eğlence programları arasından seçtiğim farklı etkinlik, İstanbul Modern Sanat’ın,
KOLLARI, elleri ve ayakları olmayan adam birtakım komiklikler yapıp, yere düştükten sonra şunları söylüyor:
“Her insan hayatta zaman zaman bu derece umutsuz olduğu zannedilen durumlara düşebilir, hatta tekrar ayağa kalkabilmek için her türlü imkan ve enstrümandan yoksun da kalabilir... Şimdi sizlere soruyorum” diyor:
“Ben 100 kere tekrar ayağa kalkmayı denesem ve 100’ünde de başarısızlığa uğrasam, tekrar ayağa kalkabilme konusunda tüm umutlarımı yitirmeye hakkım veya şansım var mı?” “Yani artık sizce 101. seferi hiç denemeyi dahi düşünmemeli miyim? Maalesef benim öyle bir şansım yok. Yaşamımı devam ettirebilmek için ne yapıp edip tekrar ayağa dikilmek zorundayım! Ne yapıp edip kendime ayağa kalkmak için bir destek noktası hayal etmek bunu ‘yaratmak’ zorundayım... İşte şimdi yapacağım gibi...” diyor genç adam ve alnını dayadığı yerden, destek alarak yüzüstü uzanırken yavaş yavaş doğruluyor. Olmayan bacaklarının başlangıç yerinden kalkıp, dimdik duruyor...
Siz hiç 100 kere yere düştünüz mü? Peki, 101. seferi denediniz mi? Denemediyseniz bence deneyin...
Başarısızlıklarla başlamış
Tarihte pek çok başarının altında, pek çok başarısızlık yattığı örneği var. Savaş adamları, bilim
DELİL yetersizliği... Bir suç dosyasında delil yetersizliği varsa eğer, ceza almaz şüpheli... Bir insana sanık sıfatı eklenecekse eğer, ufacık da olsa bir iz, delil gerekli. İşte bu yüzden delilleri toplayanların da becerisi önemli. Çünkü gözden kaçan izler, suçluyu suçsuz da saydırır. Mahkeme kapılarında, dava dosyalarında delil sayılabilecek bilgiler toplamak ne kadar önemliyse hayatta da bir o kadar kıymetli. Çoğu zaman kendinizi temize çıkarmak istediğiniz anlarda, avucunuzun içinde sakladığınız delillerin ne kadar işinize yaradığının farkına varıverirsiniz bir anda! Suçsuzun suçlu olmadığını ispatlamak için çabalaması ne kadar da yorucu... Ama bu, hayat. Ve mahkemeler kadar bile adil değil kimi zaman da...
Peki ya aşk? Aşkta kim suçlu, kim temiz? Kim sorumlu, kim değil? Aşkta delil yetersizliğine yer var mı? Gerçek bir adli olayda suçsuzluğunu ispatlamak, çoğu zaman daha kolay olabilir... Gerçek bir aşığın önünde kendini ispatlamak daha zor da diyebiliriz ya da.
Serbestler ama...
İzmir Devlet Tiyatrosu, bu sezon G.G.Del Torre’nin “Delil Yetersizliği” oyununu sahneliyor. Her ne kadar ismiyle konusu cinayet, hırsızlık gibi sadece adli bir vakkayı anlatıyormuş gibi gelse de
ONLAR bizim sokakta yıllardır her sabah kepenk açarlardı. Biz taşınalı neredeyse 15 sene oldu. Onlar biz geldiğimizde de varlardı. Biri bakkalımızdı. Diğeri de... Çiçekçi açılalı ise 10 yıllar olmamıştı ama, 4-5 senedir o da sokaktaydı.
Sizin de vardır sokağınızda, caddenizde, mahallenizde ailenizden biri gibi olan, her sabah “Hayırlı işler” dilemeye, her akşam da “İyi geceler” diye seslenmeye alışkın olduğunuz mahalle esnafı... Bir sabah dükkanı açmadıklarını gördüğünüzde meraklandığınız, erken kepenk kapattıklarını fark ettiğinizde “hayırdır” diye sorduğunuz... Aileden biri gibi olan, güleryüzü yaşadığınız yeri daha da çok sevdiren.
Bizim de vardı. Siftah yapamadan akşamı etse de yıllardır direnen mahalle esnafımız. Ama birkaç haftadır tek tek dükkanlarının boşaldığını görür oldum, akşam eve dönerken. Sabahları da kapıları sanki duvar. Oysa her krize, her borca, faize direnmişlerdi. Bizim mahallenin durumundan bu defa birşeylerin daha vahim, daha can sıkıcı ve daha korkunç boyutlarda olduğunu anlıyorum. Bizim sokaktan çıkınca, yan caddede, arka mahallede de aynı olduğunu görüyorum. Mahallenin esnafı yavaş yavaş terk ediyor...
Dün bir sohbette sokaklarda artık sık sık görmeye
ÖYLE hüzünlendim ki... Geçen hafta titrek sesiyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ı, kürsüde Nazım Hikmet şiirini okuduktan sonra gözyaşlarını tutamayışını görünce... Çok hüzünlendim... Öyle inandırıcı bir sahneydi ki... Gözlerime inanamadım. Emine Erdoğan’ın davetiyle İstanbul’da bir araya gelen Ortadoğulu liderlerin eşlerinin, Gazze’ye destek çağrısında bulunması, bir anne olarak konuştuğunu belirten Erdoğan’ın, gözyaşları içinde, “Çocukların ölümü, masumiyetin ölümüdür. Masumiyetin ölümü ise insanlığın çöküşüdür” demesi... Tüm bunlar gerçekten inandırıcıydı. Ama AKP hükümeti tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılma kararının kaldırılması, AKP İzmir İl Başkanlığı’nın ilanlarının ardından Emine Erdoğan’ın o gün Nâzım Hikmet’in Hiroşima için yazdığı “Kız Çocuğu” şiirini okuması hiç de inandırıcı değil.
Hani, “Kapıları çalan benim/ kapıları birer birer. Gözünüze görünemem/ göze görünmez ölüler. /Hiroşima’da öleli /oluyor bir on yıl kadar. /Yedi yaşında bir kızım, /büyümez ölü çocuklar.” diye başlayan ve “Çalıyorum kapınızı/ Teyze, amca bir imza ver/ Çocuklar öldürülmesin/ Şeker de yiyebilsinler/ diye biten şiiri okuması. Onlarca şair içinden Nazım’ı seçmesi...
YÜKLÜ yüklü bulutların gezindiği bir günde düşüverdi önüme... Kara bir günde insanlığa bir kez daha çizilmiş kara bir leke gibi durdu önümde. O fotoğraf... Ömrüm boyunca gözümün önünden gitmeyecek, ne düşümden ne zihnimden silinmeyecek o fotoğraf! O andan beni gülesim yok, yazasım yok, dünyayı göresim yok... Geceyarıları uykulardan uyanıp, camdan bakıyorum. Huzurum yok. Yok ama yapacak hiçbir şeyim de yok.
Savaşı dinliyoruz... Büyüklerden; devlet büyüklerinden. Liderlerden; dünya liderlerinden. Hep büyükler konuşuyor, büyüklerin ne diyeceği merakla bekleniyor.
Oysa o fotoğrafta toprağa gömülmüş, vurulmuş olan bir kız çocuğu. Oraya buraya koşuşturan koca adamların kucaklarında bedenleri dağılmış olanlar da çocuklar. 11 günde Gazze’de ölenlerin yüzlercesi çocuk. Bugün savaştan en çok zarar görenler çocuklar. Dün de öyleydi. Hep öyle. Oysa Ataol Behramoğlu “Bebeklerin Ulusu Yok” şiirinde;
“Bebekler, çiçeği insanlığımızın
Güllerin en hası, en goncası
Sarışın bir ışık parçası kimi
Kimi kapkara üzüm tanesi