ÖYLE hüzünlendim ki... Geçen hafta titrek sesiyle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ı, kürsüde Nazım Hikmet şiirini okuduktan sonra gözyaşlarını tutamayışını görünce... Çok hüzünlendim... Öyle inandırıcı bir sahneydi ki... Gözlerime inanamadım. Emine Erdoğan’ın davetiyle İstanbul’da bir araya gelen Ortadoğulu liderlerin eşlerinin, Gazze’ye destek çağrısında bulunması, bir anne olarak konuştuğunu belirten Erdoğan’ın, gözyaşları içinde, “Çocukların ölümü, masumiyetin ölümüdür. Masumiyetin ölümü ise insanlığın çöküşüdür” demesi... Tüm bunlar gerçekten inandırıcıydı. Ama AKP hükümeti tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılma kararının kaldırılması, AKP İzmir İl Başkanlığı’nın ilanlarının ardından Emine Erdoğan’ın o gün Nâzım Hikmet’in Hiroşima için yazdığı “Kız Çocuğu” şiirini okuması hiç de inandırıcı değil.
Hani, “Kapıları çalan benim/ kapıları birer birer. Gözünüze görünemem/ göze görünmez ölüler. /Hiroşima’da öleli /oluyor bir on yıl kadar. /Yedi yaşında bir kızım, /büyümez ölü çocuklar.” diye başlayan ve “Çalıyorum kapınızı/ Teyze, amca bir imza ver/ Çocuklar öldürülmesin/ Şeker de yiyebilsinler/ diye biten şiiri okuması. Onlarca şair içinden Nazım’ı seçmesi...
“Sevdalı Bulut” der ki...
Son günlerdeki bu Nazım Hikmet vurgusuna akıl erdirmek güç. Ermeyen aklıma yıllar önce, üniversite öğrencisiyken İsmet İnönü Kültür Sanat Merkezi’nde seyrettiğim “Sevdalı Bulut” geldi... Mehmet Ulusoy’un Nazım Hikmet’in “Sevdalı Bulut” masalından uyarladığı oyunun etkisinden hiç kurtulamadım ben. Genco Erkal’ın dillendirdiği Nazım şiirlerinden, oyun boyunca sahneyi dolduran ve çok şey anlatan varillerden, o varillerin tıngırtısı, kimi zaman gürültüsünden... Öze yani masala dönecek ve bir anımsatma yapacak olursak: “Derviş, servi ağacına dayanmış neyini üflüyordu. Neyin bir deliğinden bir bulut fırladı havaya. (...) Az gitti bulut, uz gitti bulut, dere tepe düz gitti bulut, vardı Ayşe kızın bahçesi üstüne. (...) bulut, yukarda soldan sağa bahçenin üstünden geçmiş, sonra arkasına bakıp bahçede Ayşe kızı görünce gerisin geri yine bahçenin üstüne gelmişti. Ayşe kız da bulutu gördü. (...) Ayşe kız bir öpücük yolladı parmaklarının ucuyla buluta. Ayşe kızın öpücüğü buluta ulaşınca, bulut şöyle bir şaşırdı. Ama sonra toparlandı, koskocaman bir gül biçimini aldı. Gökyüzü gökyüzü olalı, bu mavi atlasa böylesine güzel, böylesine iri ak bir gül açmadı. Ayşe kız bu ak gülü hayran hayran seyrederken, bulut yine kımıldadı, yayıldı, toparlandı, yürek biçimini aldı, yani bulut oldu yine. Lafı fazla uzatmayalım, o günden sonra bulut, Ayşe kızdan ayrılmadı.” İnsanı insana, bundan güzel anlatan bir masal olabilir mi? İnsanı, hayatı bu kadar güzel anlatan; tüm haksızlıklara rağmen inatla “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” diyebilen biri peki?
Nazım Hikmet 20 Kasım 1901’de Selanik’te doğdu (aile çevresinde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, kendisi de bunu benimsemişti), 3 Haziran 1963’te Moskova’da öldü. Baba tarafından dedesi Nazım Paşa valiliklerde bulunmuş, özgürlükçü, şairliği olan bir kişiydi. Dün 107’inci doğum yıldönümü kutlamaları vardı İzmir’de de... Ne güzel yurdun dörtbir yanında bu kadar ilgi (!)