Dikkat sarı yandı! Bahar geldi geçiyor. Bahardan yaza geçişin ayrılmaz meyveleri can eriği, Malta eriği ve kiraz üçlüsünde sahne sarışın güzel Malta eriğinde. Sulu sulu mayhoş tatlılığıyla diğer ikisine rakip çıkan, ikisinden de rol çalan Akdenizli güzelin gizemli bir geçmişi var
Baharın güzel, ama bir o kadar da yalnız ve sessiz meyvesidir Malta eriği. Bahçelerde süs niyetine dikilmiş, öylesine tek başına kalmış gibi. Aslen Uzak Doğulu, ama kimse bilmiyor. Kimseye söylememiş çünkü! Gizlediğinden değil, “Nereden geldiğim önemli mi, ben benim işte!” demiş kendi kendine. Ona kâh Akdeniz’in tam ortasındaki Malta Adası’nı yakıştırmışız, kâh daha uzak diyarları yakıştırıp yenidünya demişiz. Sanki yıllardır yanı başımızda, hep komşunun bahçesinde, hem yakın, hem uzak!
Can eriği, Malta eriği, kiraz, bu üçlü hep bir arada sofradadır. Yeşil, sarı, kırmızı renkleriyle mevsim geçişlerine sinyal veren trafik ışıklarına benzerler.
Yeşil erik bahara tam geçit verir, Malta eriği dikkat bahar geçiyor, yaz geliyor der. Kiraz ise kıpkırmızı rengiyle yaz tüm sıcaklığı ile geldi demektir
Kütür kütür tuza banılıp yenen eriğin cazibesi dayanılmazdır, düşüncesi bile aklı kamaştırır. Can eriği tıpkı bahar gibidir, dipdiri, capcanlıdır. Yemyeşil rengiyle baharın ta kendisidir. Bahar gibi akıl çeler, kışkırtır, yoldan çıkarır. Çocukların gözdesidir. Küçükken biriktirmeye niyet ettiğim nice okul harçlığım can eriği uğruna heba olmuştur. Dayanamaz bir külâh alırsınız, bir bakarsınız göz açıp kapayıncaya kadar bitmiş gitmiş.
Bayram demek biraz da lokum zamanı geldi demektir. Lokum maalesef artık neredeyse sadece bayramdan bayrama hatırladığımız, tüm dünya “Turkish Delight” olarak tanısa da, bizim giderek eski kıymetini unuttuğumuz bir lezzetimiz. Oysa tazeliği ve ipeksi yumuşaklığıyla usta elinden bir lokum gibisi yoktur
Benim çocukluk anılarımda bayram ile özdeş olan tat kuşlokumuydu. Babaannemin pamuk ellerini öptüğümde bana mendil içinde verdiği kuşlokumları bayramın ta kendisiydi. Mendilin zarifliğini dün gibi hatırlıyorum. Kolalı, buzlu cam gibi yarı saydam bir kumaş, bir köşesine mor menekşe işlenmiş. Minik minik lokumları, kuş gagalar gibi pıt pıt bitirmek işten bile değildi.
Hatıralarımda bayram kutlamaları lokumlarla ilerliyor. Ferah tadıyla naneli, baygın lezzetiyle güllü, mis gibi limonlu, capcanlı portakallı! Belki de hepsinden heyecanlısı sakızlı olanı. Bunu sakız gibi çiğnemeli miyim, öbürleri gibi kayar gibi yutmalı mıyım, onu hep şaşırıyorum. Sakızı yutmamak hep tembihlenmiş çünkü. Tadı kafamı karıştırıyor, haylazlıkla yutuyorum gidiyor. Kıymetli ağır misafirler geldiğinde,
Kelebek kanatları gibi kırılgan, sedef çiçeği gibi uçucu, ay ışığı gibi ışıltılı... Güllaç yaprağı insanın eline almaya korkacağı narinliktedir. Ramazanın gülü olarak anılan güllaç tatlısı ise kuşkusuz en hoş, en zarif, en latif tatlılardan biri.
Anne yemeği gibisi yoktur. O ilk tat hep aranır, eşi benzeri bir türlü bulunamaz. Anneler kızlarına el verir, en nadide lezzetler elden ele, dilden dile aktarılır, nesillerden nesillere geçer. Yemekler bazen hikâyelerini de birlikte taşır, hayat zenginleşir, hikayeli yemeklerin tadı daha da bir güzelleşir
Çiçekler açan bir kitap. Sayfaları çevirdikçe içiniz açılıyor, yeri geliyor tariflerin içine dalıyorsunuz ya da fotoğrafların albenisine kapılıp büyülenmiş bakakalıyorsunuz. Kimi zaman nesillere uzanan öykülere takılıp meraklı bir roman okur gibi kendinizi hikayenin sonunu merak eder buluyorsunuz. Elvan Uysal Bottoni’nin kaleme aldığı “Emma Teyze’nin Kitabı” böyle bir kitap.
Kitabın öyküsü kadar yazılışı da tıpkı hayat gibi, bir talih ve talihsizlikler öyküsü. Elvan Uysal Buttoni 20 yıldır İtalya’da yaşayan bir tadım uzmanı. Bundan dört yıl önce oğlu Lorenzo Deniz iki yaşına gelmiş; iki yarım kalmış kitabı yazıp bitiremiyor olmanın ağırlığı altında ezilirken aklına bambaşka bir fikir geliyor. Elvan
Önümüz Hıdırellez, geleneksel olarak kırlara çıkmak, piknik yapmak zamanı. Bu korona günlerinde daha nice baharlar kutlayabilmek için bu hevesi
başka bahara saklamak, onun yerine sofralara bahar tadını buyur etmek en doğrusu.
Eskiden Hıdırellez günü yazın başlangıcı kabul edilirdi. 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar 186 gün sürecek olan Hızır günleri, yani yeşil günler başlardı. Arapça yeşil “hadir/hadr/hıdr” demek. Hıdırelleze adını veren Hıdır ya da Hızır, inanışa göre ölümsüz insan. Bastığı yerin yeşerdiğine inanılıyor, bolluk bereket getiriyor. Bir zamanlar Hıdırelleze kadar kuzu yenmez, ancak 5 Mayıs’tan sonra kuzulu yemekler devreye girermiş.
Türk mutfağının esas eti kuzu ve koyun eti, ona şüphe yok. Kayıtlara göre 16. yüzyıl sonuna gelindiğinde Topkapı Sarayı’na yılda 110 bini aşkın koyun alınıyormuş. Osmanlı döneminde yiyecek-sağlık ilişkisine çok önem veriliyor. Osmanlı tıbbında her gıdanın belirli özellikleri var. Buna göre, insanın mizacına uygun beslenmesi, mevsime göre diyetini ayarlaması gerekiyor.
Ramazanın gelmesiyle iftar sofrası hazırlıkları başladı. İftariyelikler iftar sofrasının vitrini adeta. Top patlamadan gözü doyuran en güzel lokmalar sofraya mücevher gibi dizilen iftariyelikler kuşkusuz. Arkasından ne yemek gelirse gelsin, en lezizi açlığı kesen o ilk minik lokmalar oluyor
Bir zamanlar iftarda oruç bir iki lokma hafif bir kahvaltılık ile bozulur; bir kahve içilir, arada namaz kılınır, asıl iftar yemeği sonra yenirmiş. Boş mideyi birden yüklememek, kan şekerini fırlatmamak için çok doğru bir yöntem. Bu uygulamanın kökeninde kahve tiryakiliği ve onunla gelişen kahvaltı geleneği yatıyor.
Osmanlı döneminde ilk başlarda günde sadece iki öğün yemek yenirmiş. Kuşluk ve ikindi vakti. Kuşluk, sabah ile öğle arası saat 9 ila 11 arası bir zamana denk geliyor, ikindi yemeği ise gün batımından önce bitiriliyor. Bu yemek düzeni 17. yüzyıla kadar böyle devam etmiş, sonra yavaş yavaş kahvaltı adeti gelişmeye başlamış.
“Fütur kesmek”
Kahvaltıya önceleri fütur deniyormuş, tıpkı iftar gibi. Her iki sözcük de Arapça
Biri filiz, biri çiçek. Kuşkonmaz ve enginar. Birbirinden güzel, nisan ayının tazelik dolu lezzetleri. İkisi de toprağı adeta delerek çıkıyor, güneşe değmek istercesine göklere yükseliyor. Tutkunları için ilkbaharın vazgeçilmez iki lezzeti. Kralların, sultanların sofralarının baş tacı. Öyle bir tutku ki korona karantinasını bile deldi
İlginçtir Avrupa’da korona karantinasını ilk kıran kuşkonmaz merakı oldu. Bütün Avrupa genelinde seyahat yasakları sürerken birdenbire kurallar gevşetildi ve Romanya köylerinden toplanan bir grup mevsimlik işçi sağlık kontrolleri ve güvenlik önlemleriyle Almanya’ya kuşkonmaz toplamaya gönderildi. Benzeri şekilde İsviçre kuşkonmazlarını tarladan kaldırmaya Polonyalı işçiler getirildi. Kuşkonmazlar tarlada çürüyecek paniği dalga dalga Avrupa’da yayılıyor. Fransa hizmet sektöründe boşa çıkan otel ve restoran çalışanlarını tarlalara çağırıyor ama Fransa’da yaşayan Afrikalılar dışında yeterli sayıda toplayıcı bulunamıyor. Brexit-Korona süreci sonucu İngiltere