Şimdi tam bağ bozumu zamanı. Anadolu üzümleri çeşit çeşit. Bildiklerimiz, unuttuklarımız, yeniden keşfettiklerimizle üzüm dünyası sürprizlerle dolu. Tüm üzümlerin ortak noktası ise lezzet ve bereket!Hiç çilek tadında üzüm yediniz mi? Karadenizliler iyi bilir, özellikle Karadeniz’e has çok lezzetli bir üzüm var. Koyu mor mavi renkte, taneleri minik ve yuvarlak, eti sulu ve kaygan, kabuğu kalın ve buruk. Tadına gelince başka bir dünya, sanki Bolu Dağları’nda haziran ayında çıkmasıyla yok olması bir olan yabani dağ çileği gibi. Dağ çileğinin tadı minnacık boyuyla ters orantılı yoğun mu yoğundur. Bu da öyle, sanki üzüm değil buram buram çilek!
Benim bu üzümü keşfim, ilk Venedik’te oldu. Bir arkadaşımın bahçesinde tesadüfen tattığım üzümü sorunca adının “Uva fragola” olduğunu söylediler, yani çilek üzümü. Tadı muhteşem. Bu üzümü her yerde hep aradım.
Bahçedeki tek asma
Bir gün Büyükada’da bir
Mürdüm eriği buğulu bir eylül sabahı gibidir. Sanki sabahın erken saatlerinde basan sis arkasından kendini göstermeye çalışan utangaç bir hali vardır. Buğulanmış gibi görüntüsünün altında göz kırpan mavi mor rengi janjanlı kumaşlar gibi albenilidirMor mürdüm güz aylarının gözde bir meyvesi. Buna şaşıranlar olabilir. Nerede bunun cazibesi diye. Herkesin zaaf duyduğu bir meyve vardır, benimki de mürdüm eriği herhalde. Evet öyle şeftali gibi eşsiz bir tadı yok, bir kiraz çarpıcılığında değil, Malta eriği veya sulu bir kayısı gibi cazip değil, çilek gibi kışkırtıcı bir kokusu yok. Kim bilir belki de mevsimin son meyvelerinden biri olması, kendini göstermeyen utangaç varlığı beni cezbeden özelliği. Bir de belki de bir diğer takıntım olan vişne gibi pişmeye çok iyi gelmesi, mutfaklarda türlü kılıklara tatlarda varlık gösterebilmesi.
Erik ailesi son derece geniş ve şaşırtıcı bir yelpazeye sahip. İlginç bir şekilde yılın ilk ve neredeyse son meyvesi erik. Bahar can eriğiyle başlar, yaz mürdüm eriğiyle biter.
Sonbahara giriş Gaziantep’te bir şenliktir. Fıstıktan üzüme her şeyin hasadı üst üste gelir. Telaş son haddindedir. Ama en renklisi kuşkusuz kurulukların hazırlanmasıdır. Çarşı kışlık kurutulan sebzelerle allı morlu yeşilli bir panayır yerine dönerMercan kırmızısı biberler, efsunlu mor patlıcanlar, ebruli çizgili zümrüt yeşili acurlar, fildişi duruluğunda haylan kabakları, boncuk gibi sıra sıra dizili bamyalar... Eylül ayında Antep Almacı Pazarı panayır yeri gibidir. Kuruluklarla çarşı renk cümbüşüne bürünür, bayram yerine çevrilir. Kış hazırlığını böylesine şölene dönüştüren başka bir kent yoktur! Askıda sergilenen sebzeler pek âlemdir. Sanki hepsi en güzel bayramlığını giymiş, takmış takıştırmış, piyasaya çıkmıştır. Renk çok önemlidir. Kurulukların rengi tazesinden bile canlı olmalıdır, sanki güneşin tüm ışıklarını içmiş gibi parlamalıdır. Salkım salkım, renk renk, hevenk hevenk salınır, hava atarlar. Hafif bir esintide saçlarını savurarak kıkırdayan genç kızlar gibi kıpır kıpır, kıkır kıkır
Eylül geldi mi tezgâhları kıpkızıl bir güzellik kaplar. Boncuk boncuk kızılcık, mercan kırmızısı rengiyle mücevher gibi parıldar, gelen geçene göz kırpar. Buruk ve mayhoş kızılcık mevsimin değiştiğininişaretidir; yazı bitirir, sonbaharın kapısını açar
Kızılcıklar çoktan oldu, selelere bile doldu. Kızılcık şaşırtıcı bir meyve, pazarlarda görünce birden şaşırırız; kızılcık bile çıkmış kış geliyor deriz. Sanki yaz bitmesin, kış gelmesin dercesine bir süre elimiz gitmez. Sanırız ki daha zamanı vardır, oysa göz açıp kapayıncaya kadar ortadan yok olur, kaybolur gider. Ben ısrarla kar yağıncaya kadar bulunurmuş gibi düşünürüm; çoğu kez reçelini, jölesini, likörünü, marmeladını yapayım diye düşünürken hep fırsatını kaçırırım, gitti kızılcıklar diye yazıklanırım. Kızılcık böyle şakacıdır işte! Şeytana bile pabucunu ters giydirir.
Hikâye bu ya, kızılcık şeytanı da şaşırtmış derler. Kış sonu canı meyve çeken şeytan, çiçek açan ilk kızılcık ağacını gözüne kestirmiş, kuru kuru kış dallarında
Muharrem ayı geldi mi aşure zamanı demektir. Aşure yeni başlangıçların umududur. İslami takvimin birinci ayı olan muharrem, tıpkı miladi takvimde ocak ayının olduğu gibi yeni bir dönemin başlangıcıdır. Onuncu gün yapılan aşure ise bolluk ve bereketi çağırır
Aşure, Arapça “onuncu” anlamına gelen “âşûra” kelimesinden geliyor. Muharremin onuncu günü, aşure günü olarak kutlanıyor. Her yıl aşure zamanı hayatın döngüsü bir kez daha kutsanıyor. Kazanlarla aşure kaynatılıyor. Toprak ananın sunduğu nimetler tek aşta buluşuyor, tek kaba sığıyor; belki de dünyanın en sembolik yemeklerinden birini oluşturuyor.
İncir sonbaharın habercisidir, incirin hası pazarlara düştü mü yaz bitiyor demektir. Dallardan nazlı bir damla gibi sallanan incir, güneşin tüm lezzetini almıştır, yazın son demidir, damla damla akan ballı tadıyla damakların şenliğidir
Eskiler “Ağustosun yarısı yaz yarısı kış” derlermiş. Kış demek abartılı da olsa güz demek yerine göre doğru olabilir. Gerçekten de ağustos ayının 15’i devrilince havada bir dönme sezilir, rüzgârlar eser, bastıran ansız bir yağmur ağustos sıcağının iflahını keser, yaklaşan sonbaharın işaretini verir. İşte o günler inciri dalından koparmanın tam zamanıdır. Bir zamanlar bunu bilen Romalılar o ilk sonbahar ürpertisinin hissedildiği güne “Prima Ficus” demişler. Ficus incir demek, prima ise ilk anlamında, yani ilk sonbahar esintisi ilk incir olarak anılırmış. İncir tam bir ağustos meyvesidir, tam tadını ancak yaz sonu bulur, yenecek kıvama ancak gelir. İncir ağacına kayıtsız kalmak, yanından büyüsüne kapılmadan geçip gidivermek zordur. İncirlerin dibinde bir damla bal belirirken, yapraklarından yapış yapış incir
Ağustos sıcağı bir başkadır. Patlıcan aşkı da bir başkadır. Bir zamanlar ağustos geldi mi İstanbulluların en büyük korkusu yangınlar olurmuş. Mahalleleri yakıp kül eden bu büyük yangınlara “Patlıcan yangınları” denirmiş. Sebebi malum, patlıcan aşkı ve patlıcan közlenirken saçılan köz, kızartırken alev alan tavalar!
Yaz demek biraz da patlıcan demek. Şimdilerde seralarda yetişen patlıcanlar dört mevsim bulunsa da patlıcanın asıl mevsimi yazın tam ortasıdır, hatta ağustos ayıdır. Bir zamanlar ağustos geldi mi hemen dillere düşen bir deyim varmış. “Patlıcan mevsimi gelince İstanbul’da deliler ve yangınlar çoğalır” denirmiş. Delilerden kasıt sıcaktan bunalıp saçmalayanlar, serinlemek için olmadık çarelere başvuranlar, soyunup sulara atlayanlar olsa gerek.
Yangınlar gerçekten de büyük bir tehlike yaratırmış. Bilinen en korkunç yangınlardan biri 1908 yılında Fatih’in Çırçır semtinde 23 Ağustos tarihinde çıkmış ve tam iki gün iki gece devam etmiş. Rivayete göre sebep Yorgancı İsmail Efendi’nin patlıcan
Vişneyi kim sevmez? Vişneyi ayıklayan herhalde. Vişne yaz günlerinin mayhoş ve hoş güzelidir. Ekşisiyle serin bir esinti gibi insanın içini ferahlatır, damağı şenlendirir. Yaz vişne olmadan olmaz, hele reçel hazırlıkları başlayınca vişne asla es geçilmezVişne zamanını hep kaçırır gibi olurum, paniğe kapılırım, çoğu kez de kaçırmanın ucundan yakalamaya çalışırken bu sefer de abartılı bir şekilde kilolarla alıp çekirdekleri ayıklarken bin pişman olurum. Çekirdekleri ayıklarken de hep aklıma Çehov’un “Vişne Bahçesi” adlı oyunu gelir. O vişne bahçesini hep geçen zamanın, yakalanamayan anların, ertelenen işlerin, ertelene ertelene yapılamaz hale gelen işlerin, kaçırılan fırsatların, yaşanamayan günlerin manzumesi gibi düşünürüm. Onun için dişimi sıkar çekirdekleri ayıklamaya devam ederim.