Ramazan geldi. Yaşanan felaketlerden sonra Ramazan sofraları abartıya kaçmadan, dayanışma ruhunu besleyecek
Ramazan sofraları zengin olur. Her ülkede o ülkenin en kıymetli, en gözde yemekleri neyse sofraya konulur. Çoğu kez et ve pirinçle yapılan yemekler tercih edilir; zira her ikisi de pahalı ve kıymetlidir. Her ülkenin yemeği farklı da olsa malzemesi söz konusu olunca masraftan kaçınılmaz. Diğer taraftan Ramazan aynı zamanda nefsi köreltmenin, oruç tutarak aç ve susuz kalmayı tatmanın, azla yetinmenin de zamanıdır. Geçmişe bakarsak pek çok Ramazan yemeğinin bu anlayışla hazırlandığını da görürüz. İftardan kalan sahurda yenir, tüketilmeyen pideyle tiritten paparaya, hatta tatlıya varıncaya kadar pek çok yemek yapılır.
Eskiden tirit gibi yemekler çok sevilir, sıkça yapılırmış. Orta Çağ Arap mutfağının klasik yemeklerinden biri olan tirit, aynı zamanda Hazreti Muhammed’in en sevdiği yemek olarak da anılır. Ama tirit denilince tek bir yemek anlaşılmasın. Sade suya tirit misali fukara yemeğinden, en tarihi kayıtlarda zengin sofralarda
Ceviz, badem, fıstık... Bu ürünlerin tüm dünyada en iyileri Türkiye’de yetişiyor, ancak dünyanın en önemli ceviz ve kabuklu yemiş gen havuzlarından biri olan koleksiyon bahçesi inşaata açıldı.
Kuru yemiş severiz. Yılbaşı eğlenceliği deyince herkesin ilk aklına gelen karışık kuru yemiş olur. Ceviz bir zamanlar baklava başta olmak üzere her tatlının içine harç olurdu. Mezelerden salatalara içli köftelerden Çerkez tavuğuna uzanan bir yelpazede nice tuzlu lezzetin olmazsa olmazıdır. Badem eskisi kadar mutfakta kullanılmasa bile sadece tatlıların, şekerlemelerin değil olağanüstü leziz taratorların ana malzemesiydi. Fıstığı anlatmaya bile gerek yok, baklava dünyasının yıldızı fıstığın Antep mutfağında içine girmediği tabak neredeyse yok. Her birinin en iyileri bizim topraklarımızda yetiştiriliyor; daha da iyilerini en lezzetli, en verimli, en iri, en mükemmellerini yetiştirmek için ziraat uzmanları var güçleriyle çalışıyor. Dünyanın örnek ürünlerine böylece ulaşılıyor. Ancak bu ürünler açısından
Deprem bölgesinde büyük yara alan tarım ve hayvancılığın ülke ekonomisine yansımalarını yakında daha çok hissedeceğiz. Türkiye’nin ikinci yüzyılına girerken, gıda güvenliği öncelikli konularımızın başında geliyor.
Atatürk’ün isteğiyle tam yüz yıl önce, henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmamışken, 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de bir İktisat Kongresi düzenlenir. Kurulacak modern Türkiye’nin sınırlarını çizecek Lozan Konferansı dahi gerçekleşmemiştir. Kongrenin amacı Kurtuluş Savaşı sırasında tarumar olan ülkenin ekonomisini ayağa kaldırmak ve geleceği inşa etmektir. Atatürk, kongrede farklı kesimleri bir araya getirmeye özen göstermiş, tarımın yükünü taşıyan köylü ve çiftçiyi, üretimin bel kemiği işçiyi, ticaretiyle tüccarı, ülkeyi asri ülkeler seviyesine getirecek sanayiciyi birleştiren bir katılım sağlamıştır. Hedef nettir. Kurtuluş Savaşı kazanılmış olsa da gerçek bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkün olacaktır, bunun yolu da kendi
Deprem bölgesinde kırsala yardım son derece acil. Gerçek bir kırsal dönüşüm başlatmanın tam zamanı.
Deprem bölgesindeki tarım ve hayvancılık sadece bölge için değil tüm ülke ekonomisi için hayati önem taşıyor. Tarım uzmanı gazeteci Ali Ekber Yıldırım’ın verdiği bilgiye göre, bölgedeki büyükbaş hayvan varlığı ülke geneline göre yüzde 12, küçükbaş hayvan varlığı ise yüzde 16.3 oranında. Gene onun hatırlattığı bir Anadolu sözü var: “Cenaze bekler, süt beklemez!” Hayvanlara su ve yem sağlanması, düzenli sağım yapılması acil ihtiyaçlar arasında dile getiriliyor. Diğer taraftan tarım sektöründe de zaman akıp gidiyor, tarım mevsimi afet dinlemiyor. Deprem bölgesi ülke bitkisel üretiminin yüzde 20’sinden fazlasını karşılıyor. Ekim, budama sezonu açıldı, toplanması gereken son narenciye mahsulü gibi ürünler var; baharın eli kulağında, sıraya yeni mevsim ürünleri girecek. Ancak şu da bir gerçek ki, pek çok yerde tarım köylüsü,
Çanakkale’den Hatay’a uzanan el umut verdi. Gönüllülerden Mustafa Alper Ülgen’in günlük gibi yazdığı yürekten mesajları bu sıcaklığı ve ışığı anlatıyor
Depremin sarsıcı şoku duyulur duyulmaz ülkenin dört bir yanından insanlar yardım için seferber oldu. En acil gereksinimlerden biri de gıda yardımıydı. Şefler deprem bölgesinde mutfaklar kurmaya çalışırken, kendi imkânlarıyla yardıma koşanlar da çoktu. 15 Şubat akşamı, içinde yer aldığım iki gruba birden aynı mesaj düştü. DBB (Doğal Bilinçli Beslenme) üretici grubu ile Slow Food grubu. Mesaj, Çanakkale’den Mustafa Alper Ülgen’den geliyordu: “Dün Süleyman köyde kadınlarımızın el birliği ile yaptığı ekmekler hazır. Slow Food İda üyelerinin katkılarıyla peynir, reçel zeytinyağı ve mazot aldık. Değirmenimizden de irmik, tarhana ve bulguru araca yükledik. Bayramiç’te yardım konvoyuna katılacağım. Hedefimiz Hatay Defne’de Bayramiç ve Ayvacık belediyelerinin çadırkenti. Oradaki mutfakta çalışacağım.”
Bir
Deprem sonrası şefler depremzedelere hiç olmazsa bir lokma yemek verebilmek için seferber oldu. Üstelik bu seferberlik ekrandan ekrana yayılan haberleşmeyle sağlandı.
Felaket sonrası hızlı örgütlenmek, anında acil müdahale edebilmek en önemli noktadır. Enkaz altından çıkarılan, evsiz kalan, gidecek barınacak yeri olmayan on binlerce depremzedeye bir tas çorba verebilmek, bazen en büyük yardım olabilir. Hele koşa koşa gönüllü olarak yardıma gelen birilerinin elinden olursa.
Umut Karakuş ve ekibi Adıyaman’a yetiştiler ve tabak çatal kaşık gerektirmeyen ekmek arası kumanya hazırladılar.
Gerçekten şeflerimizle gurur duymalıyız. Deprem sonrası acil kurtarma ekipleri dışında en hızlı örgütlenmelerden biri de şefler arasındaydı. İlk felaket haberlerinin duyulmasıyla haberleşmeler hemen başladı. İlk harekete geçenlerden biri Ebru Baybara Demir’di. Artık sosyal gastronomi şefi olarak anılan, pazaryerlerindeki atıkları dönüştürmekten Suriyeli mülteci kadınlarla yaptığı tarım uygulamalarına kadar bin tarakta beze yetişen Ebru, tam bir
MENA 50 Best, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın En İyi 50 Restoranı ödülleri Abu Dabi’de sahiplerini buldu. Bölgedeki ülkelerden yemek yenebilecek en iyi 50 mekân, 14 kent arasında paylaşıldı. Dubai’deki Orfali Bros Bistro 1 numaralı restoran ödülünü aldı.
Eskiden şöyle bir ifade vardı: Bir cümle “Orta Doğu ve Balkanların…” diye başladı mı, arkasından en büyük, en iyi gibilerinden bir övünme cümlesi gelirdi. Şimdi MENA ifadesine alışmamız gerekiyor. MENA’nın açılımı: Middle East & North Africa; Türkçede ODKA, yani Orta Doğu ve Kuzey Afrika olarak geçiyor. Türkiye resmî bakımdan olmasa da duruma göre bu gruba dâhil edilebiliyor. Artık bu bölgeyi turizm ve gastronomi açısından mercek altına almanın zamanı geldi. Dünyanın önde gelen restoran sıralama sistemi 50 Best Restaurants listesi son 2 yıldır MENA 50 Best olarak ayrı bir liste konumuna geldi. Bu oluşum, bizim özellikle yakından izlememiz gereken bir durum. Neden mi? Çünkü söz konusu coğrafya ile benzer bir
Lyon’da düzenlenen Bocuse d’Or Gastronomi yarışmasının galibi şef Brian Mark Hansen liderliğinde Danimarka oldu. İkinci sırayı Norveç, üçüncülüğü Macaristan aldı. En genç yarışmacı 25 yaşındaki Fransız kadın şef Naïs Pirollet ise beşincilikte yetindi.
Dünyanın en prestijli şef yarışmalarından biri olan Bocuse d’Or dünya finalini Danimarka kazandı. Adını efsanevi Fransız şef Paul Bocuse’den alan dünya şefler şampiyonası Bocuse d’Or, Fransa’nın Lyon kentinde SIRHA fuarı çerçevesinde iki yılda bir düzenleniyor. 1987 yılından beri verilen ödüller için önce ülke ve bölge yarışmaları yapılıyor, elemeleri geçen 24 takım dünya şampiyonasına katılabiliyor. Ülke takımlarının seyircilerin dizildiği tribünlerin önünde yan yana kurulan mutfaklarda en iyi yemekleri hazırlamak için 5 saat 35 dakika boyunca ter döktüğü yarışma oldukça şenlikli. Taraftarlar tıpkı bir spor yarışması gibi tezahürat yapıyor, kaynana zırıltısından zurnaya dek olmadık şamatayla takımlarına