Kar adeta bütün kötülüklerin üstünü örttüğü için gözünüzden kaçmış olabilir; yeni yıl yeni bir tecavüz haberiyle başladı gene. İki çocuk annesi, 37 yaşındaki kurban şans eseri hayatta olduğu için o kadar ses getirmedi ama aslında bir Özgecan Arslan vakasından farksız.
İsmail Saymaz’ın Hürriyet’teki haberinden öğreniyoruz; Ankara’nın Etimesgut ilçesinde gerçekleşiyor olay. 4 Ocak gecesi 23.30 sularında 530 hat numaralı özel halk otobüsüne binen kadın, inmek istediği yerde indirilmiyor, otobüs tenha bir araziye çekiliyor onun yerine. Gerisi tahmin edileceği gibi. Mağdur, polise gitmeyeceğine söz verdiği için, “Kimseye söylersen boğazını sıkar seni öldürürüm” tehditleriyle salıveriliyor.
Yakalanan şoförün deli saçması bir savunması var; “Kendi istedi, sonra vazgeçti ama daha önce bana ‘seni seviyorum’ dediği için ben de zorla tecavüz ettim. Bana polise gitmeyeceğini söylediği için tecavüz ettiğim yerde otobüsten indirdim”. Yargıdaki tahrik ve iyi hal indirimleri tecavüzcülerde iflah olmaz bir özgüven yaratmış olmalı, “Şikayet etmeyeceğim demişti” deyince kurtulacaklarını sanıyorlar artık. “Beni kandırdı hakim bey” diye şikayetçi olmasından korkarım.
Ama aslında bir şeyden daha korkarım;
Toplumdaki kamplaşma, bölünme ve tahammülsüzlük son dönemlerin en büyük sıkıntısı. Bunun da yansımasını en çok sosyal medyada görüyoruz ya; beni en mutsuz eden, en ufak bir şeyden yakındığında seni bu ülkeye yabancı, hatta düşman görmeye çalışanlar.
O meşhur ‘Ya sev ya terk et’ mantığı hani. Sanki insan sevdiği şeyi eleştiremezmiş gibi. Hatta en çok da sevdiği, benimsediği şeyi eleştirmez, bu onun sevgisini azaltırmış gibi. Hepsini geçtim, benim doğup büyüdüğüm, ait olduğum ülkeye olan sevgimin biçimini birileri ölçüp biçme yetkisine sahipmiş gibi.
Hayır, çünkü birileri bunun cetvelini eline aldığı zaman ben de onlara sormak istiyorum, “Siz bu ülkenin nesini seviyorsunuz tam olarak?” diye. Kültürünü mü, edebiyatını mı, mimarisini mi, doğasını mı? Hangi özelliklerine gönül verdiniz de bu sevgiyi tekelinizde zannediyorsunuz?
Neyse ki, ‘Poyraz Karayel’in son bölümünde İlker Kaleli’nin oynadığı Poyraz benim yerime sordu. Polis teşkilatında artık miyadını dolduran, görevinden ayrılmak istediğinde Murat Daltaban ve Atsız Karaduman tarafından canlandırılan amirleri onu vatan sevgisiyle vurmaya çalıştılar. “Ülkesini seven adam böyle arkasına bakmadan çekip gitmez” dediler ki, eminim sırf
Ekranı kaplayan yaralı bereli, şişmiş, morarmış bir kadın yüzü. Belli ki ciddi şekilde hırpalanmış, daha doğrusu adını koymaktan çekinmeyelim; dayak yemiş. Doktor raporu ortada, gözünü çevreleyen kemikte kırık var, öyle ciddi darbe almış.
Söz hakkı ise onu bu hale getiren kişide; ‘kocasında’. Kadına şiddetin bütün galaksiye hakim olduğunun canlı kanıtı olarak ‘uzaylı türkücü’ lakaplı sanatçımız Mustafa Topaloğlu konuşuyor. Kanal D Magazin’in her şeyi bilen ‘dış ses’inin kendinden emin ifadesiyle ‘Karısının kendisine yumruk attığını iddia ettiği o anı’ anlatıyor. Evet, kadın sadece ‘iddia ediyor’ doğru mu değil mi bilmiyoruz, ama adam, herhalde sözü daha güvenilir olduğundan, konuya ‘açıklık getiriyor’. Bir de alt yazı var: Mustafa Topaloğlu ilk kez konuştu: Eşine neden vurdu?”
Yani dikkatinizi çekiyorsa, “vurdu mu?” değil soru, burada şaibe yok, vurmuş vurmuş da, sorun bakalım neden vurmuş? Bunu araştırıyor program. Sanki şiddetin haklı bir gerekçesi olabilirmiş gibi.
Neden vurmuş, açıkçası ben anlayabilmiş değilim. Kaldı ki merak da etmiyorum, gördüğüm şu ki ortada suratı darmadağın olmuş bir kadın, “Şöyle elimin tersiyle, ‘n’apıyorsun sen?’ dedim, yoksa kadına yumruk falan Allah’ım
Bir yerlerde bir kriz olur, dünyanın başka köşelerinde ama. Bize bir şey olmaz, tonla paramız var bankada. İnsanlar teknelere doluşup batarlar, bebekler karaya vurur, bize bir şey olmaz, biz Avrupalıyız. Dünyanın başka köşelerini vurur savaş, terör, açlık, kıtlık. Üzülürüz tabii, acırız, ‘empati’ yaparız ama bize ne olabilir ki? Biz Batılıyız.
Oyunumuzun kahramanı Dana da bu kanaatte. Genç ve alımlı bir kadın, parlak bir kariyere sahip bir müşteri ilişkileri temsilcisi. Parası pulu, güzel bir hayatı, barda beğendiği bir adamla tanışıp bir gece geçirecek özgüveni var. Birleşmiş Milletler’de çalışan o adam iblisin ta kendisi çıkıp ruhuna bedel biçmeye kalkıştığında onu sevgiyle iyileştireceğine inanacak kadar emin kendinden.
Gelgelelim, borçlu kalmaktan nefret eden şeytanla birlikte hayatına bir felaketler silsilesi giriyor. Hamile kız kardeşiyle beraber Dana’nın yeni bir işe kabul edildiği İskenderiye’ye doğru çıktıkları yolculuk, bütün Avrupa’yı vuran ekonomik kriz nedeniyle bir karabasana dönüşüyor.
“Avrupalıyız biz. Yarın konsolosluğa gidip olup biteni anlatırız. Böyle şeyler olur, hayat bu, hep olur böyle aksilikler. Ama kimse bir anda bütün parasını kaybetmez, hallederler bir
Hiç bu kadar günüyle, saatiyle, neredeyse yeriyle beklediğimiz katliam yaşamamıştık, yeni yılla beraber bunu da gördük.
Korku pek çoğumuzu bezdirmiş, evlere kapatmıştı aslında. Bomboştu sokaklar, caddeler. Daha üç beş yıl önce meydanında insanların toplanıp yeni yıla girdiği, iğne atsan yere düşmeyen Taksim hayalet şehir gibiydi.
Eskiden insanlar 31Aralık akşamı eşini dostunu “İyi yıllar” dilemek için arardı, şimdi “Arka sokaktan yürüyün, sakın caddeden, meydandan geçmeyin”den başka söz yok, “Aman dikkatli olun”. Nasıl dikatli olunabilirse artık.
“Gittin mi sağ salim?” başka bir anlam taşırdı eskiden. “Kazasız belasız” ya da. Lafın gelişiydi. “Canlı bombaya, uzun namlulu silaha, taramalı tüfeğe rastlamadan eve varabildin değil mi?” demek değildi.
Yılbaşı geceleri insanların birbirine düşman olduğu, yolda yürümekten korktuğu, evlere kapandığı zamanlar değildi eskiden. Tam tersi, birbirini hiç tanımayan insanların bile kucaklaştığı, birbirinin yeni yılını kutladığı neşeli geceler yaşadık biz. “Kültürümüz” buydu. Düşmanlık değildi.
Yılbaşı, bizim de ülke olarak bütün dünyayla birlikte bir yılı bitirip bir diğerine girdiğimiz geceydi, dolayısıyla kutlanırdı. Noel ile bir tutup “Hıristiyan
Hakkında hiç iyi konuşulmayan bir yılı geride bırakmak üzereyiz. Ortalık “Allah belanı versin 2016, gidişin olsun, dönüşün olmasın” tarzı yazılar, videolar ve benzeri çalışmalarla dolu. 31 Aralık gecesi bu kötü gidişin bıçakla kesilmiş gibi değişeceğine içten içe inanır gibiyiz. Bir dönüp kendimize bakmak yerine suçu başkalarına, kimseyi bulamadıysak takvimdeki bir sayıya atmak daha kolay olduğundan herhalde.
Tahminim, 2016’nın dili olsa o da insanoğlunu pek hayırla anmazdı. Yılın kötülüğünü bile sadece kendi türünün, hatta onlardan da sadece kendi tanıyıp sevdiklerinin başına gelenlerle tarif eden, bu arada doğaya, çevreye, hayvanlara verdiği zararı zarardan bile saymayan bir varlıktan ayrıldığına üzüleceğini sanmıyorum.
Kendimizi ve yaşadığımız çağı delicesine önemsemeyi bir kenara bırakıp düşünmeye çalışalım, ileriki nesiller nasıl anacak 2016’yı? David Bowie’nin, George Michael’ın, Carrie Fisher’ın aramızdan ayrılmasının verdiği üzüntüyle mi, insanın bencilliğinin, acımasızlığının, diğer canlılara ettiği zulmün kelimelerle tarif edilebilir olmaktan çıktığı yıllardan biri olarak mı? Tabii üzülelim kayıplara da, ölüm maalesef hayatın doğal bir parçası. Bütün senelerde
30’lu yaşlarının başlarında bir kadın. İyi bir işi, oturduğu lüks rezidanstaki kanal manzaralı dairenin yüzde 25’ini satın alabilecek depozitoyu biriktirmesini sağlayan bir geliri, düzgün bir hayatı var. Aşırılıkları olmayan türden, içe dönük, ‘korunaklı’ bir hayat. Pek hoş sohbet sayılmaz. Adını bilmiyoruz. Daire 12’de oturuyor. 12 diyelim ona.
Aynı yaşlarda bir adam. Kadının tersine neşeli, dışa dönük, kendince espriler yapan, arkadaş canlısı biri. İşle güçle fazla bir alakası yok, mirasyedi. 12 kadar büyük olmayan, üstelik otoparka bakan Daire 11’e taşınmakta. Ama dairenin yüzde 55’i onun. Ona da 11 diyebiliriz.
Karşılıklı iki dairede yaşayan bu iki yalnız insanın birbirleriyle ilgili bildikleri de aşağı yukarı bunlardan ibaret. Daireleri kaç metre kare, evleri nasıl döşenmiş, depozitoları nasıl ödemişler... Bir de paspasları var tabii, ‘kişiliklerini’ yansıtan. Sohbet etmeye gerek yok, Modrian tablosundan paspas yaptırdıysa bir kadın, sanatsever, ince ruhlu biri olduğunu tahmin edebiliriz mesela. En azından o bizim kendisini öyle görmemizi ister, bunu anlarız. Yetmez mi?
Bir de daire 10 var katta. Kimin nesidir bilen yok. Arada kulağa çalınan konuşmalardan ‘yabancı’ olduğu tahmin
Çocukken okuduğumuz masallarda ‘kötü’ler olurdu; düşene bir tekme daha vuran, evsiz barksız kalan yetim çocuğa kaşıkla bir lokma veriyorsa sapıyla çıkaran, kendimizden zayıf gördüklerimize karşı iyice onlara döndük. Şefkat merhamet, vicdan, tedavülden kalkmış sözcükler sanki. Anlamını hatırlayan yok.
Misal, ülkemize sığınan Suriyeliler. Öyle bir öfke ve nefretin hedefi oluyorlar ki, zannedersiniz nargilesi meşhur diye Türkiye’ye tatile gelmişler; otel, yeme içme masraflarını da biz karşılıyoruz. Nasıl bir gözle bakıyorsak artık, buz gibi soğukta sokaklarda yatan insanlar sefa içindelermiş gibi görünüyor bize. Dilenmek desen, tembel insanın şık tercihi ve konforlu bir şey.
Çok okunan bazı yazarlarımız da değerli katkılarını esirgenmiyorlar bu bakış açısını beslemek için. Onların tasvirlerinde, kültür sanat etkinlikleri senin, spor faaliyetleri benim gezip eğlenen, dert üstü murat üstü bir Suriyeli gençlik mevcut. Çıktı mı size ters giden ne varsa müsebbibi, kolayca da hesap sorabileceğimiz bir hedef?
Change.org, “dünyanın değişim platformu” olmak gibi bir iddia taşıyan, sesini duyuramayanların sesi, ters giden şeylerin çaresi olmak için yola çıkmış bir kampanya sitesi. Kötülükleri