Dario Moreno’nun sesi bir dolduruyor salonu, o perdeye çizili derme çatma İstanbul silueti canlanıveriyor sanki. Martı sesleri de, deniz kokusu da tamamlanıyor, “İstanbul’un kızları bilsen ne şeker / İnsanı uzaklardan yanına çeker...”
Sonra üç tane ‘İstanbullu kız’ geliyor sahneye, üç kuşaktan göbek bağıyla bağlı üç kadın: Anneanne, anne, torun. Ayfer, Başak, Melis. Hepsi de birbirinden şeker sahiden.
Melis şu an 35 yaşlarında, Ayfer desen 90’a gelmiş. Anlatılacak çok şey, susulmuş çok yıl var. 1950’lerden günümüze uzanan bir aile hikâyesi, bir kader döngüsü bu.
‘El âlem ne der?’
Anadan kıza aktarılan ayıp olur’larla, ‘el âlem ne der’lerle, öyle yapılmaz, öyle oturulmaz, öyle konuşulmaz’larla, bizim zamanımızda’larla geçip gitmiş iki koca ömür. Üçüncüsü de yarılanmış durumda, belki bu saatten sonra şansı olur, döngüyü kırmaya. Yoksa oyunda da izlediğimiz gibi, acı ama gerçek; ‘sizin zamanınız’dan ‘bizim zamanımız’a geçip duruyor aynı kodlar.
Daha önce Bahar Çuhadar da Hürriyet’te yazmıştı; ne kadar genelleme yapmayalım desek de, ülkemizde bir erkek yazar kadın karakter yazdı mı sası bir tat bırakıyor ağzımızda. En iyi ihtimalle karton oluyor, kötü ihtimalleri saymak istemem şimdi.
Ama
Cuma günü evden çıktığımda, camiden bütün sokağa yayınlanan hutbeye denk geldim. Konu evlilikti. Aslında daha spesifik olmak gerekirse; evlilik programları. Temeli sadakate dayanan evlilik kurumunun günümüzde nice tehlikelere maruz kaldığı söyleniyordu; bazı yayınlarda ‘nikahsız beraberliklerin adeta özendirildiği’, evlendirme adı altında yapılan programlarda ise ‘aileye yönelik değerlerin istismar edildiği ve ayaklar altına alındığı...’
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın da gündemindeydi konu bu hafta, CNN Türk’te Hakan Çelik’e “Bu programların toplumu yozlaştırdığına” dair şikayetler aldıklarını belirtti.
RTÜK’e de sadece 2016 yılında bu programlar ile ilgili 94 bin 792 şikayet gelmiş, düşünün.
Ama 2001 senesinde Biri Bizi Gözetliyor ile başlayan bu ‘reality show’lar silsilesi öylesine bir endüstri oluşturmuş durumda ki, herhalde vazgeçmesi de kolay değil. Bakınız, Esra Erol’un gün başına 150 bin , Seda Sayan’ın 80 bin , Zuhal Topal’ın 60 bin TL aldığı iddiaları var. Gün başına!
Ve bu rakam, orada insanlar kamera karşısında cinnetin eşiğine gelsin, evliliği iki insanın birbirine aşk, sevgi gibi duygularla bağlandığı bir kurum olarak değil, temelinde ev
Uzmanlar uyarıyor, kendi kendimize kararlar alıyoruz ama uygulamak çok mümkün olmuyor. Çoğumuz sabah uyanınca otomatik olarak elini cep telefonuna uzatıyor.
Ben de öyle tabii. Bakayım Instagram’a hangi arkadaşım bu sabah ne yemiş? Avokado, kinoa, chia tohumu ve karabuğday çimi... Hiç poğaçayla, açmayla kahvaltı eden yok, çok şükür. Sucuklu yumurtaya ekmek banan da. Geçmişte kaldı onlar. Ben de yavaşça bırakayım elimdeki lokmayı kendimi, “Hayır, ekmek yiyen mi kaldı bu devirde?” diye azarlayarak.
Peki Facebook’ta durum nasıl? Burada da bir takım sihirli formüller mevcut. Kefirin içine ne katsak probiyotikle proteini bir hamlede bünyeye katabiliriz? Süte zerdeçal karıştırırken, yanına kakule de koysak bir taşla iki kuş vurur muyuz? Taze yaban mersininin bel bölgesindeki yağları erittiğini biliyor muyuz? Aaa, aşk olsun antioksidan deposu hem.
Goji Berry’yi de mi duymadık hâlâ? Ama nasıl çağ dışı kalmak bu. Her gün yeni bir süper yiyecek, içecek, ot, kök...
Bu gidişle zayıf ve fakir olacağız
Kendimi de bundan ayrı tutmadan, hep birlikte sağlıklı beslenmeyle bozduğumuzu düşünüyorum. Ve bunu da özellikle bu yaşımıza kadar adını bilmediğimiz yiyeceklerle yapmaya, o yolla fit ve genç olmaya
Gönül istiyor tabii söyleyelim ve olsun: “İstanbul dünyanın en güvenli metropollerinden biri” diyelim mesela ve öyle olsun artık.
İstanbul Valisi Vasip Şahin demiş, kendisine nezaket ziyaretinde bulunan Anadolu Ajansı İstanbul Haberleri Editörü Hüseyin Altınalan’a söylemiş. İstanbul’un büyük kentlerle kıyaslandığında güvenlik açısından iyi bir noktada bulunduğunu vurgulamış. Asayiş olaylarının azaldığını belirtmiş, “Gerçekten çok güvenli” diye de ikna edici şekilde tekrar etmiş.
Canı gönülden inanmak istiyoruz. Kim istemez?
Hadi bir kadın olarak sokağa çıktığında başına gelebilecekler listesinin en hafifinden çeneye tekme yemekle başlayıp tecavüze uğrayarak öldürülmeye kadar yolu olduğunu unutalım. The Economist Intelligence Unit’in yaptığı Dünyanın En Güvenli Şehirleri Endeksi - 2015 araştırmasının İstanbul’u 50 büyük şehir arasında 41’inci sıraya koymasını da hesaba katmayalım, hava kirliliği, iklim değişikliği gibi konulardaki araştırma sonuçlarını da ciddiye almıyoruz neticede. Ve İstanbul’un dünyanın en güvenli metropollerinden biri olduğuna ikna olalım.
Ama Sayın Vali de eklemiş ya sonra, “Bölgemizden (Ortadoğu) kaynaklı terör tehdidi dışında” diye, onu nasıl ‘dışında’
FUAYE NOTLARI
Ezeli ve ebedi bir hikâye: Bir kadın ve bir erkek. Evlenmişler, ‘yürütememişler’ ve boşanmışlar. Aradan geçmiş bir sene. Dışarıdan bakınca çok mutlu ve ‘kendileriyle barışık’lar, evet klişe tabirle ‘ayrılık onlara yaramış’. İçeride ise yalnızlık kol geziyor.
Günlerden bir gün, adam kadını arıyor, öylesine, ‘sesini duymak’ için. Kadın üstünde pijaması, elektrik süpürgesiyle evi temizlemekte. Ama o çok tanıdık numaralara kalkışıyor; “Pardon sesinizi alamadım” ve “Ben de tam çıkıyordum” dahil.
Daha teknolojinin yeni zamanları olduğundan herhalde, adamın elinde cep telefonuyla kapıda olabileceğini hesap etmiyor ve iki eski karı koca karşılıklı sabah kahvesi içerken buluyorlar kendilerini.
Alışkanlıklar hep bir sene önce bıraktıkları yerde. Başka bir karşı cins ihtimalinden bile huylanmalar, “Sen şöyleydin, ben böyleydim” çekişmeleri derken bir acı tatlı muhasebe başlıyor.
Behiç Ak’ın yazdığı “Ayrılık” adlı oyunu ilk kez İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Taner Barlas sahnelemiş, karı kocayı da Engin Alkan ile Aslı İçözü gibi iki müthiş oyuncu oynamıştı. Yıllardan 1996, hayat da başka türlüydü elbette.
Bugün olsa o erkekle o kadın birbirinin attığı adımı Instagram’dan, ilişki
Reklamcıların sık kullandığı bir iddia vardır; “Sen bir ürün satmazsın, bir hayal satarsın”. Potansiyel alıcına, o ürünü kullandığında yaşayacağı hissi satarsın. Ne bileyim, yoksa neden deodorant reklamında kadınlar bir adamın üzerine çullansın? Ya da bir fincan sabah kahvesi veya derin dondurucundaki bir kase çilek sana güzel komşunla flört imkanı sunsun? Bunlar hep keyifli bir hayat vaatleri... Tabii farkındaysanız erkeklere.
Peki çok merak ediyorum, temizlik ürünlerine çekilen reklamlarda kime hangi hayal satılmakta?
Biz kadınlar olarak dilimizde tüy bitene kadar söylemekten bıktık, reklamcılar bir türlü elektrik süpürgelerini, çamaşır makinelerini, bulaşık süngerlerini kadınların özel eşyası hatta vazgeçemedikleri hobisi gibi görmekten ve göstermekten bıkmadılar.
O bulaşık deterjanına bakarken gözü parlayan kadınların bir tanesine rastladılar mı gerçek hayatta, merak ediyorum. Ya da son numaralardan, şu sıralar ekranlarımızı şenlendirmekte olan döner başlıklı temizlik seti reklamındaki kadın hangi hayal gücünün ürünüdür?
Önce özetleyelim: Reklamın başında, ev hayatının olmazsa olmazlarından bir adet sarsak koca var, elinde birtakım yiyeceklerle salona giriyor. Tabii ki çok
İlk online dizimiz ‘Masum’, Blu TV’ye gümbür gümbür geldi. Zaten Berkun Oya yazdı, Seren Yüce yönetti deyince baştan kredi ve tabii beklenti de yüksekti. Üzerine Haluk Bilginer, Ali Atay, Okan Yalabık, Nur Sürer, Serkan Keskin, Tülin Özen, Bartu Küçükçağlayan başta olmak üzere nefes kesen bir oyuncu kadrosu eklenince tam oldu.
Nitekim ilk iki bölümüyle yanıltmadı da. Aynı anda fasulye ayıklayıp mutfağa gidip çay demlediğiniz, geldiğinizde esas oğlanla kızın hâlâ bakıştığı 140 dakikalık yerli dizi izleme alışkanlıklarınızı unutun. 60 dakika nasıl geçti anlamayacak, sürekli yeni bir manevrayla şaşıracak, merak edecek, gerileceksiniz. Hani şu oturup beş bölümü peşpeşe izleyip uykusuz kaldığınız Netflix, HBO dizilerinde olduğu gibi.
Berkun Oya senaryoyu yıllar önce yazıp sahnelediği ‘Bayrak’ oyunundan uyarlamış. Cinayet masasında görevli polis Yusuf (Ali Atay) çocukluğunun geçtiği sahil kasabasına gider, ölen arkadaşı Taner (Serkan Keskin)’in kardeşi Tarık (Okan Yalabık) ile karşılaşır ve birkaç gün kalmak üzere onların evine gider. Evde anne Nur Sürer, baba Haluk Bilginer hayatta kalan oğullarıyla görünüşte sakin bir hayat sürmektedir. Ancak hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Ailenin
Sütunlarda yeri gittikçe küçüldüğü ya da rutine bağlandığı için gözlerden kaçan haberler var, hava kirliliğine dair çevre raporları. Sürekli farklı şehirler için tehlike çanlarının çaldığını, kırmızı alarmların yanıp söndüğünü bildiriyorlar. İstanbul başı çekiyor. Aslında rapora da gerek yok, kapıdan dışarı adım attığımızda genzimizi yakan havadan da biliyoruz, ansızın çöküp saatlerce kalan sislerden de...
“Paris’te de hava kirliliği varmış” bir teselli değil maalesef. Orada değil burada nefes almaya çalışıyoruz biz. Ve hepimizin okul çağında ders kitaplarından öğrendiğimiz üzere, dünyanın akciğerleri ormanlar, ağaçlar. Hani şu kese yaka bitiremediklerimiz var ya, onlar.
Dün iki adet haber vardı medyada. Biri Habertürk’ten. Belgrad Ormanı’na yolu düşenlerin ağaçlarda gördüğü kırmızı çarpı işaretleri tedirginlik yaratmaya başlamıştı. “Neler oluyor?” diye soranların bir tahmini de vardı elbette: Oradan geçecek Haliç-Kemerburgaz Dekovil Hattı için ağaçların kesileceği.
Derhal change.org’da imza kampanyası başlatıldı ve henüz ihalesi bile yapılmamış proje için çalışma yapılmasına itiraz edildi. İBB’den gelen cevap ise “Proje kapsamında ağaç kesilmeyecek, ancak raylı sistem güzergâhındaki