Bir müzik piyasası ki, Nilüfer gibi 15 yaşından beri şarkı söyleyen, sesinin eşi benzeri bulunmayan bir şarkıcıyı bile küstürebiliyor. Onu, “Artık yeni şarkılar söylemeyeceğim” diyecek noktaya getirebiliyor. Halbuki ne güzel albümdü, ‘Kendi Cennetim’. Hürriyet’te İpek İzci’yle röportajında şarkılar konusunda artık burnunun eskisi gibi koku almadığını söylemiş. Halbuki topluca nezle olan biziz bana kalırsa, çok dinlenen şarkılara bir bakacak olursak. Neyse, yeni olmasa da Nilüfer’in sesinden ilk kez duyulacak 12 şarkı, her koşulda iyi haberdir. Üstelik Volga Tamöz düzenlemeleriyle.
Birbirinden ayrılması giderek güçleşen ‘yeni’li tekerlemelerine bir ‘yeni’sini ekleyerek ‘Yeniden Yeni Yine’ adını verdiği DMC etiketli albümde, çoğu kadim dostu Sezen Aksu’ya ait 12 parçayı yeniden yorumluyor. “İçinin gittiği şarkılar” olarak adlandırmış bunları, birçoğuna hak vermemek elde değil.
Mesela, albümün açılış parçası, Sezen Aksu’nun ‘Seni Kimler Aldı’sı, ‘Sezen Aksu’88’ albümünün incilerinden ‘Unut’, ya da Aşkın Nur Yengi’nin sesinden tanıdığımız ‘Yazık’, Ajda Pekkan’dan da pek sevdiğimiz şahane Şehrazat şarkısı ‘Yalnızlığa Hüküm Giydim’, Eda ve Metin Özülkü’nün ‘Seninle Olmak Var Ya’sı, Ümit
Herhangi bir mesleğe ‘kutsallık’ atfetmek doğru değil ama ille yapılacaksa herhalde ilk sırayı hekimliğe vermek gerekir. Eğitim süresi, zorluğu, stresi bir yana, öncelikle ellerindeki insan hayatı olduğu için.
Üstelik kendileri de insandır, malumunuz. Biz bir şeyi atladığımızda, “Ne var canım, insanlık hali, insan hata yapar” diye kendimizi hemencecik affediveririz, doktorların hata yapma hakkı yoktur. Hata yapmayı bırakın, her şeyi doğru yaptıkları halde ellerinde olmayanların da hesabı kendilerinden sorulur. Halbuki tanrı değil, insandırlar. İşleri insanları iyileştirmek, sağlıklarına kavuşturmaktır evet ama büyücü de değildirler. İnsan ölümlü bir varlık ve zamanı geldiyse hiçbir doktordan mucize yaratması beklenemez. Hele kafasına silah dayayarak, hiç.
Geçen hafta Show TV’de yayınlanan “Cesur Yürek” dizisinde beklendi ama. Daha fenası sonuç da elde edildi. Hüseyin Avni Danyal’ın oynadığı mafya babası Tatar Ahmet ameliyathanede. Etrafı endişeli doktorlarla çevrili. “Hocam nabız yok” konuşmaları, hocanın elinde defibrilatör, hastayı kurtarmaya çalışıyor. Derken kalp duruyor. “Hocam ex oldu” diyor doktorlar. Ve birden Tatar Ahmet’in cengâver oğlu İskender - neden ameliyathanede diye
buluT Tiyatro'nun yeni oyunu "Biraz Sen Biraz Ben", yalnızlık derdine umutlu, esprili, insanın içini aydınlatan bir yerden yaklaşıyor.
"Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar... Yeryüzünde sizin kadar yalnızım..."
Salon kararmış, bir bu şarkı geliyor kulağımıza derinden, gittikçe yaklaşarak. Tüylerimizin diken diken ollduğu bir an. Öyle insani ve herkeste aynı bir duygu ki, hayatının bir döneminde olsun "Bir haykırsam belki duyulur sesim" noktasına gelmemiş kimse yoktur herhalde.
İşte o sınıra gelmiş, hatta ötesine geçmiş biri, 40'lı yaşlarının ortasında bir kadın; Handan, kayalıklara çıkmış denizi seyrediyor. Seyrediyor demek belki doğru değil, sabit bakışlarla denizin karanlığına bakıyor. Ölü balık gibi. Kendini boşluğa bıraktı bırakacak.
Bir diğer gece yalnızı, 30'lu yaşlarındaki Buse, doğuştan olmasa da bütün hücrelerine kadar kadın; müşterisi gelmemiş, şarkısını mırıldanarak yaklaşıyor.
İki yabancının kızkardeşliği
Birbirinden gündüz ile gece kadar farklı iki kadından, yolları tesadüfen kesişen iki yabancıdan bir 'kızkardeşlik' çıkar mı, sorumuz bu. Önce tanışacaklar, birbirlerinin dünyasını anlayacaklar, karşılıklı önyargıları, küçümsemeleri, hor görmeleri bir yana bırakacaklar, uzun
Kendi çocukluğumu hatırlıyorum, yılın bu zamanları bir heyecan alırdı bizi. Yeni bir yıl, yeni umutlar demekti bir kere; hayallerin olurdu. Kendince çocuksu kararlar alır, belki defterine yazar, kimini gerçekleştirir, kimini öbür yıla saklardın.
Yılbaşı gecesi ailece eğlenirdin sonra. Televizyonda neşeli bir şeyler olurdu, evde herkesin uzun uzun oturup sohbet ettiği bir sofra, belki tombala gibi bir kutu oyunu. Okulda yeni yıl şarkısı öğrenirdin, renkli ışıklarla, fenerlerle süslenirdi sınıf. Herkese bir hediye düşecek şekilde piyango düzenlenirdi. Kalem, silgi gibi küçük hediyeler, maksat birlikte kutlamaktı yeni bir yılın gelişini. Arkadaşlarınla kaynaştığın, neşelendiğin bir etkinlik olurdu.
Ne zaman çıktı bu, “Yılbaşı kutlamak Hıristiyan adeti” iddiası, ben takip edemedim. Bahçelievler ilçe eğitim müdürlüğünden okullara ‘yılbaşı kutlama yasağı’ gelmiş:
“Müdürlüğümüze mevzuat dışı, ders ve sosyal etkinliklerle alakası olmayan, değer yargılamalarımızdan uzak bazı kutlamalar için öğrencilerin özendirildiği şikayetleri gelmektedir. Dersleri engelleyecek, öğrencileri farklı alışkanlıklara ve olumsuz davranışlara sevk edecek ya da özendirecek eğlence, şans oyunu, çekiliş ve yılbaşı
İki insan birbirinden ne kadar farklı olabilirse, o ölçüde farklı iki kadın. Başka aileler, başka kültürler, adeta bambaşka dünyalar. Yeşim Ustaoğlu’nun bugün gösterime giren filmi ‘Tereddüt’, bu iki dünyanın kesişme noktasına bakıyor: Kadınlık durumuna.
Elmas (Ecem Uzun), nüfus kağıdına göre 18, aslında 15 yaşında. Baskıcı kaynanasına insülin iğnesi yapmak, çarşaflarını dümdüz etmek ve geceleri kendisinden en az 20 yaş büyük kocası tepesine çökmesin diye dua etmekten ibaret hayatı. O dört duvar arasında kendisine ait tek bir alanı; tek isyanı var: Balkonda gizli gizi sigara içtiği anlar. 13’ünde okuldan döndüğünde, evde fasulye kırarak onu bekleyen annesi ‘hayırlı bir kısmeti’ olduğunu bildirdiğinden beri böyle bu. Elmas yalnız, mutsuz ve umutsuz.
Şehnaz (Funda Eryiğit), 30’lu yaşlarında bir psikiyatr. Sarp kayalarla çevrili, rüzgarı sert esen, dalgalı bir deniz kenarında, bir taşra kasabasında görev yapıyor. Cinsiyet değiştirmek isteyen genç kız, sinirini bozdukları gerekçesiyle hayvanları öldüren çocuk gibi sıradışı hastaları var. Son derece şık, tasarım dergilerinden fırlamışa benzeyen bir evi ve moda dergilerinden fırlamışa benzeyen de bir kocası. Adı Cem (Mehmet Kurtuluş).
Evde
Artık sıradan bir olay haline geldi. Hoşuna gitmeyen bir etkinlik oldu mu, satır, döner bıçağı artık elinin altında kesici delici ne varsa alıp kapısına dayanıyorsun. Beraberinde kendince hangi bam teline basıldığını düşünüyorsan ona uygun sloganlar atarak.
Gelgelelim neye dayandırırsan dayandır, bir yere elinde satırla dalıp camları indirmek saldırıdır. Ve bir cezası olması beklenir.
Fazıl Say’ın İzmir Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’ndeki konserine “Millet yasta, siz burada eğleniyorsunuz” diye satırla saldıran vatandaş ertesi gün neden sokakta o halde?
Burada farkındaysanız, Fazıl Say’ın 17 Aralık’ta Almanya’da Beethoven ödülünü alacak, dünya çapında yüzümüzü ağartan bir müzik adamı olmasına değinmiyorum bile. Onun kimliğinden bağımsız olarak, ortada planlı, izinli bir sanat etkinliği var ve istediğin gibi saldırabiliyorsun ona, bundan söz ediyorum. Tehlike orada çünkü.
Haberlere göre, saldırgan polisteki sorgusunun ardından “Hakkında şikâyet olmadığı için” serbest bırakılmış. Ne demiş olabilir sorguda bu kadar ikna edici? “Memur bey, o kadar acılıydım ki orada eğlenmelerine içim el vermedi” mi? Sanki sokakta horon tepiyor insanlar. Belli ki etkinlik takip edilmiş, saldırı önceden
Bir yönetici için hangisi makbuldür? Yanında çalışanlarca sevilen, eşitlikçi bir yönetim anlayışı benimsemiş, adil, dürüst ve erdemli bir insan olarak anılmak mı? Yoksa her şeyden önce korkulan, sözünün üstüne söz söylenemeyen, dediği dedik bir otorite figürü olarak bilinmek mi?
Petrof ilkiydi. Yaşadığı kasabanın en yetkili mevki sahibi adamı olarak işlerini ikinci üçüncü katiplerinin üstüne atmaktansa ilk elden halleden, telefonunu kendi açan, devletin tahsis ettiği aracı özel işlerinde kullanmayı aklından bile geçirmeyen, kahvaltısını yanında çalışanlarla birlikte eden, kendi deyişiyle ‘insanlara kağıtlardan çok inanan’ bir adamdı.
Görseniz, ‘yönetici’ demezdiniz, senin benim gibi biriydi. Seviliyor muydu? Evet. Ama ya otorite? Güç?
Bir imza için elli kere geri göndermediği, bir ay kapılarda bekletmediği halka bile beğendiremiyordu kendisini. Mevki sahibi adam öyle mi olurdu? Bu kadar kolay ulaşılabildiğine göre matah biri olmasa gerekti.
‘Hizaya getirilme’ süreci
Hele hele bürokrasinin çarkının dişlileri için, gerçek bir tehlike, bir ‘kötü örnek’ti. İşlerin bu kadar kolay hallolabildiği bir fark edilirse düzen altüst olurdu maazallah. Petrof’u ‘iyi insan’lıktan çıkarmanın bir yolu
Bir cumartesi gecesi... Kışa rağmen hava güzel, uzun bir zamandan sonra güneşli birkaç gün yaşamış şehir. Ama soğuktan ama ekonomik sebeplerden ya da korkudan evlerine tıkılıp kalan insanlara bir şevk gelmiş, sokaklar cıvıl cıvıl. Parklar da öyle.
Üsküdar’da iki üç delikanlı, banka oturmuş gitar çalıp şarkı söylüyorlar. En evrensel genç insan eğlencesi. Bir tanesi de cep telefonuyla kaydediyor arkadaşının söylediği şarkıyı.
Bir anda karşı kıyıdan bir alev topu yansıyor kameraya. “Bir şey patladı” oluyor ilk tepki. Arkadan korkunç bir gürültü. Bir şey patladı sahiden. Şaşırmıyor kimse, işte burası ‘evrensel’ değil: “Yine patlattılar bir yeri”. “Boşverin hadi eve gidelim”. Ne olduğunu anlamaya bile çalışmıyorlar o anda. Önce güvenli evlerine dönsünler. Korku, bütün çıplaklığıyla yansıyor kameraya. Korku, evrensel.
Taksim’de bir otelin üst katlarında ya bir davet, ya bir parti. Pencereden şehri izliyor bir grup, Boğaz’ı. İngilizce konuşmalar duyuluyor. Birden İstanbul’un o güzelim silueti alev alev yanmaya başlıyor. Aynı patlama şehrin diğer yakasından da yansıyor kameraya.
“Aman tanrım”larla, “Camdan uzak dursak daha iyi değil mi?”ler karışıyor. Burada da şaşkınlık yok. Belli ki