Düşman ailelerin talihsiz çocukları, kâh yazıldıkları zamanın kahramanları olarak çıkarlar karşımıza, kâh ‘Batı Yakasının Hikâyesi’nde ya da Baz Luhrmann’ın 1996 yapımı filminde olduğu gibi, oynandığı dönemin ruhunu taşıyarak. Yüzyıllar geçse de değişmeyen bir şey vardır çünkü: İnsanoğlu denen yaratık anlamsızca kin gütmeye, aşk denen duygu da buna meydan okumaya devam eder. Kazanır ya da kaybeder, ama ısrarla dener.
İşte bu yüzden, İngiltere ve Türkiye’de son yıllarda yaptığı işlerle yüzakı yönetmenlerimizden olan Serdar Biliş’in yine yüzakı kurumumuz Bursa Nilüfer Belediyesi Tiyatro’da Shakespeare’in 400. ölüm yıldönümü dolayısıyla sahnelediği ‘Romeo ve Juliet’i günümüze taşıması son derece isabetli bir tercih. Dilini Ahmet Sami Özbudak gibi başarılı bir Oyun yazarına emanet ederek güncelleştirmesi de öyle.
Mutsuz sona dörtnala
Kanı deli akan iki genç âşığı bir lise sınıfına yerleştirmiş Serdar Biliş. Siz deyin Shakespeare’in Verona’sında, ben diyeyim yönetmenin Verona’yı tanımladığı gibi “Derinden polarize olmuş, bölünmüş bir toplumun iki yakasının birbirlerine nefretle baktığı, totaliter bir yönetimin sokaklara hükmettiği, yeni kuşağa miras kalan intikam kültürünün gencecik
‘Belli’ bir yaşa gelen her kadın yaşayarak öğrenir ki bu hayatta ya çocuk doğurman ya da neden doğurmadığını yakın uzak, dost düşman demeden önüne gelene izah etmen gerekir. Sorarlar çünkü. Bu kadar özel bir konuda pervasızca sorgularlar seni. Ve “İstemedim” bir cevap olarak kabul edilmez. Mutlaka başını öne eğmen, bir gerekçe üretmen, tabii ki aslında istemiş olduğunu ama şu veya bu sebepten bu şansa erişemediğini açıklaman beklenir.
Tabii ki aynı soruyu sen anne olanlara soramazsın. “Neden istedin?” denmez, “Doğurmamış olmayı tercih eder miydin?” ise akıldan bile geçirilemez, küfüre girer.
Ama işte Fransız yazar Corinne Maier iki çocuk annesi bir kadın olarak belli ki kendisine bunu sormuş ve bulduğu cevapları da kaleme almış.
Dört yıldır kadınların sesini daha fazla duyurmayı amaçlayan ‘100 Kadın’ sezonunu düzenleyen BBC, bu kapsamda önce bu yazıyı yayımladı, arkasından da anne babalara “Çocuk sahibi olduğunuz için pişman mısınız?” diye sorarak bir tartışma başlattı. Dünyanın dört bir yanından pişman ebeveynler de deneyimlerini paylaşıyor şimdi. Bayağı da çoklar.
Fitili ateşleyen Corinne Maier, çocuklarını çok seven bir anne olarak kesinlikle hiç doğurmamış olmayı tercih
Aziz Nesin’in bir hikayesi vardır; “Havadan Sudan” diye. Adamın biri vapurla karşıya geçerken yanına biri oturur. Oturduğu gibi de muhabbete başlar, “Havalar da sıcak gidiyor” gibi bir yerden. Bizim adamın hiç sohbet edesi yok, önce ses etmez. Ama bu durdurmaz karşısındakini, “Havalar diyorum...” diye yineleyip bir de “Değil mi efendim?” ekler sonuna. Savuşturmak için başını sallar bizimki, ne mümkün, vatandaş dolu. Havalardan suya, oradan yağışlara geçer, cevap alamadığında adamın böğrüne dirsek atıp “Değil mi?” diyerek onaylatır. Bir bakar ki kahramanımız, vapur yanaşmadan hayat pahalılığına, oradan hükümete gelmiş konu. Nasıl olmuş? İşte, “Hükümet idare edemiyor değil mi efendim?”den “Her şey pahalılanıyor, ne diyorsunuz, öyle değil mi?”lere geçerek.
Adam sadece aksini iddia etmek de bir söz alışverişi gerektireceği için kafa sallayarak tamamlar yolculuğu. Vapurdan indikten beş dakika sonra polis tarafından durdurulur ve karakola ifade vermeye çağrılır. Hükümeti eleştirdiği için! Sonunda kendisini şikayet eden adama sorar “Neden yaptın bunu?” diye, “Senden önce davrandım, ya sen beni şikayet edersen diye” cevabını alır. Biz de kahkahayla güleriz, öykü biter.
Ama gerçek hayatta
Anne baba olarak gözün gibi bakarak büyüttüğün çocuğunu yaşadığın yerde okul olmadığı için bir iki saatlik mesafeye, okumaya yolluyorsun. İlk kez ayrı kalıyorsun evladından, bağrına taş basarak. Gelecek umutlarını bağlamışsın çünkü, o okuyacak, öğretmen olacak, avukat olacak, belki doktor olacak, Cennet gibi.
11 yaşındaki Cennet’in belediye işçisi babası Mehmet Karataş Al Jazeera’den Umay Aktaş Salman’a konuşmuş, bir babanın olması gereken son yerde; kızının cesedini teşhis etmeye geldiği Adana Adli Tıp Kurumu’nda.
Okurken insanın nefesi kesiliyor, “Geleceğimdi benim” diyor; “Sıcakkanlı, öyle güzel bir çocuktu ki ömrüm boyunca unutamam. Hangi liseyi kazanırsa imkânlarımı zorlayıp yollayacaktım ileride. Durumumuz yok ama elimden geleni yapacaktım.”
Şimdi bu babaya neyi anlatıyorsunuz? Aladağ’daki tek yurt seçeneği bu. Devlet yurdu binası yıkık olduğu için boşaltılmış, diyorsun ki “Senin çocuğun ya bu yurtta kalacak, ya okuyamayacak”. Güvenmek zorunda.
Ve bir gece, canını emanet ettiği binada yangın çıkıyor, güle oynaya okumaya yolladığı çocuğunun cenazesini teslim almaya geliyor.
Rivayet muhtelif ama ilk andan beri en kuvvetli iddia, yangın merdiveni kilitli olduğu için çocukların
Ülke ve tabii dünya olarak neşesiz günler geçirdiğimiz aşikar, biraz heyecana ne kadar ihtiyacımızın olduğu da pazar gecesi pazartesi sabahına bağlanırken peydah olan UFO saldırısı iddasıyla ortaya çıktı.
Gecenin bir vakti Twitter’da muhtelif şehirlerden fotoğraflar paylaşılmaya başlandı. Sigara içmeye balkona çıkan, gökyüzüne kitlenip kalıyordu: “Burası Erzurum, şu gördüğüm ışıklar ne?” Bakıyoruz, gökte 4-5 tane ‘tanımlanamayan’ ışık. Yıldız desen değil, uçak desen değil.
Hop, aynı ışıklar Adana’da, Ankara’da, Konya’da, bütün Türkiye semalarında. Birden uykusuz Twitter ahalisi ‘ufoattacktoturkey’ etiketinin altında içini dökmeye başladı.
E.T ile büyümüş bir nesil olarak zaten hep özlemini çekmişizdir ya, uzaylı arkadaşımızın yanına sığışıp maceraya atılacağımız anı, meğer an da bu anmış.
Birden bir heyecan fırtınası attırdı sosyal medyanın üzerindeki ölü toprağını. Bir canlılık, bir gece yarısı trafiği, öyle böyle değil.
Bir kısım kendisini gösterip, “Beni de alın yanınıza sevgili UFO kardeşlerim” diye sesini duyurma derdinde, diğerleri “Fırsat bu fırsat” deyip söyleyemediği ne varsa UFO’lu cümlelerle dile getirmeye çalışıyor. Mizah almış yürümüş.
Uzaylı arkadaşların dolar
Yıl 2012 olmalı, Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeyiz ve festivalin tartışmasız en renkli konuğu Ahu Tuğba. Bir bakıyorsun elinde papağanıyla kortejde halkı selamlıyor, bir bakıyorsun başında siyah eşarbı, Yeşilçam emekçilerinin mezarı başında dua ediyor. Hem de festival boyunca yanından ayrılmayan ünlü Alman oyuncu Udo Kier ile birlikte.
Kier sabah kahvaltıya iner inmez “Sarışın aktris nerede?” diye soruyormuş, ben görgü tanıklarının yalancısıyım. Ahu Tuğba’nın attığı her adım haber oluyor, star edasını bir an terk etmiyor, çünkü onlar öyle bir kuşaktı. Yıllarca sinemadan uzak kalsalar da unutulmayanlardan.
Peki şimdi biz Ahu Tuğba’nın nesini beğenmiyoruz? Biz derken Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel’in sözlerini kastediyorum. “Ahu Tuğba’nın ödül verdiği festivallerden Harvey Keitel’in ödül verdiği festivallere geldik” demiş.
Harvey Keitel’in Antalya’ya gelmiş olması elbette şahane bir şey. Yine Türel’in ilk belediye başkanlığı döneminde Kevin Spacey’ler, Adrian Brody’ler, Mickey Rourke’lar da görmüştük Altın Portakal’da. Bu yıl 15 Hollywood yıldızı gelmiş. Ne mutlu, artsın, eksilmesin. Ve fakat bu Ahu Tuğba’nın değerini düşürür mü?
O da Hollywood’un değil ama bu
Yıl 2008 imiş, ben Altıdan Sonra Tiyatro’nun ‘444’ünü izlemişim, “Belleğinizi kimseye
emanet etmeyin” diye bir yazı yazmışım üzerine, “Yoksa sizi şekillendirme hakkını da vermiş olursunuz ellerine.” Hafızasız toplum olmak, “Ya ben her şeyi unutuyorum”; marifet değil bunlar. İyilikleri de unutmayın, kötülükleri de. “Deve kini taşıyın” demiyorum. Hatırlayın, bilerek affedin istiyorsanız.
Yıl 2016, ben bir kez daha ‘444’ü izliyorum. Toplum daha da hafızasız bugün. Her şeyi unutuyoruz gene. Yoksa “Unutursak kalbimiz kurusun” olur muydu, dilimize pelesenk olan söz? Unutuyoruz ve biliyoruz ayıbımızı. Kalbimiz de kuruyor büyük ihtimalle, farkında değiliz.
Yiğit Sertdemir’in 2007’de yazdığı dördüncü oyunu ‘444’, bir çağrı merkezinde geçiyor. Size sözde önemsediğiniz ama nedense aklınızda tutamadığınız envai çeşit şeyi hatırlatmakla yükümlü bir sistemin şikayet merkezi.
Hani bütün hayatını oraya yükle ve unut türünden. Sonra sistemde bir karışıklık oldu mu, hepsi sıfırlansın. Seçimlerde hangi partiye oy vereceksin, ondan bile emin değilsin artık.
İsteyen sana yeni bir geçmiş ve gelecek yazabilir. Bir hatırlatma mesajına bakar.
Yiğit Sertdemir ile Gülhan Kadim’in oynadığı ‘444’
Bir türlü kadınlar konusunda doğru düzgün bir cümle kurulamıyor memlekette, genlerde yok. Niyet ne olursa olsun, cinsiyetçilik kayasına toslamadan dile getiremiyorlar.
Yani şimdi ihtiyaç var mı bunca ayrımcı söylemin içinde bir de Kemal Kılıçdaroğlu’nun çıkıp “Kadınlardan korkan birisine erkek denmez” gibi ağzına da oturmayan bir cümle kurmasına? Haber değeri bile yok, benzerlerinden her gün onlarca duyuyoruz.
Niyeti kötü değil belli ki. Grup toplantısında kadınlara sesleniyor. “Şeref verdiniz, onur verdiniz, başımızın üstünde yeriniz var. Sizler geldiniz diye, TBMM’nin ses sistemini bozdular, sesimiz duyulmasın diye.”
“Sizin sesinizden korktular” diyor yani.
Ondan sonra Meclis Başkanı’na yöneliyor: “Parlamentoda bir siyasal partinin her hafta düzenlediği bir toplantıyı sabote edene ses çıkarmayan, arkasında duran kişiye meclis başkanı denemez. Hele hele kadınlardan korkan birisine erkek denemez.”
Buyurunuz. Hani neresinden tutabiliriz? ‘Erkeğin’ cesaret timsali, dürüst, ahlaklı kimse olmasından mı? Kadının güçsüz, zayıf, ‘korkulmayacak’ bir varlık olmasından mı? Çünkü belli ki korku salmak iyi bir şey. Ama erkekten korkulur, kadından korkulmaz. Erkek adam hele hiç korkmaz. Yok,