Toplumdaki kamplaşma, bölünme ve tahammülsüzlük son dönemlerin en büyük sıkıntısı. Bunun da yansımasını en çok sosyal medyada görüyoruz ya; beni en mutsuz eden, en ufak bir şeyden yakındığında seni bu ülkeye yabancı, hatta düşman görmeye çalışanlar.
O meşhur ‘Ya sev ya terk et’ mantığı hani. Sanki insan sevdiği şeyi eleştiremezmiş gibi. Hatta en çok da sevdiği, benimsediği şeyi eleştirmez, bu onun sevgisini azaltırmış gibi. Hepsini geçtim, benim doğup büyüdüğüm, ait olduğum ülkeye olan sevgimin biçimini birileri ölçüp biçme yetkisine sahipmiş gibi.
Hayır, çünkü birileri bunun cetvelini eline aldığı zaman ben de onlara sormak istiyorum, “Siz bu ülkenin nesini seviyorsunuz tam olarak?” diye. Kültürünü mü, edebiyatını mı, mimarisini mi, doğasını mı? Hangi özelliklerine gönül verdiniz de bu sevgiyi tekelinizde zannediyorsunuz?
Neyse ki, ‘Poyraz Karayel’in son bölümünde İlker Kaleli’nin oynadığı Poyraz benim yerime sordu. Polis teşkilatında artık miyadını dolduran, görevinden ayrılmak istediğinde Murat Daltaban ve Atsız Karaduman tarafından canlandırılan amirleri onu vatan sevgisiyle vurmaya çalıştılar. “Ülkesini seven adam böyle arkasına bakmadan çekip gitmez” dediler ki, eminim sırf bu cümle bile çok tanıdık gelecektir, ben de ‘Poyraz Karayel’i en çok bu yüzden seviyorum mesela. Bir de Türk edebiyatına katkıları için.
Duymuştu ama okumamıştı...
Elinden şiir, roman düşmeyen Poyraz Karayel de aldı sazı eline, “Ben ülkemi çok seviyorum. Neyini seviyorum biliyor musun?” diye girdi söze. Birbirinin içine girmiş betonarme binalarından yağmur yağarken üzerine basınca, su sıçratan kaldırım taşına kadar saydı önce. Sonra sorma sırası ona geldi. Öyle ya, biri sana soruyorsa onun da bir cevabı olmalı.
“Sen bu memleketin yazarlarından kaç tanesini tanırsın?” diye sordu, 1-2 ezbere cevap aldı Mümtaz’dan. Orhan Veli’nin, Yaşar Kemal’in adlarını duymuştu da, okumaya zamanı olmamıştı pek.
Poyraz saymaya başladı bu sefer: “Ben onların hepsini okudum Mümtaz. Attila İlhan okudum, her sayfasında memleket aşkı var. Kemal Tahir okudum, Necip Fazıl’ı da okudum. Ahmet Hamdi Tanpınar’la sabahladım kaç kere.”
Sonra döndü emniyet amirine, “Hiç çocuğunu elinden tutup, Süleymaniye’yi gezdirdi mi?” diye sordu, Tabii olumsuzdu cevap. Peki hiç karşısına geçip “Ulan bu adamlar böyle bir güzelliği nasıl yaptılar acaba?” diye hayret etmiş miydi? Yok. Poyraz etmişti, ağzı açık kalarak, bu ülkede yaşadığına şükrederek.
Sorular artırılabilir, cevaplar da. Kimi Boğaz’a bakarken hayret emiş, biraz daha sevmiştir bu ülkeyi, kimi ‘gündüz mezarlık gece gerdanlık’ denen Mardin’e, kimi Ayasofya’ya, kimi Diyarbakır surlarına. Kimi Nazım Hikmet okurken, kimi Necip Fazıl, kimi Orhan Pamuk, kimi Yaşar Kemal.
Sorup soruşturmayı bıraksak artık. Herkesin sevme biçimi ayrı. Ben yine Poyraz’a bırakayım sözü, o tercüman oldu hepsine: “Ben ülkemi çok seviyorum. Üstelik de bu ülke beni hiç sevmemişken seviyorum. Ölene kadar da sevmeye devam edeceğim. Ama sizin gibi değil işte. Ne yapalım, onu da mı sizin gibi yapalım? ”