FUAYE NOTLARI
Tek başına bir kadınsan, bir şekilde babanın, abinin, bakkalın çakkalın, komşu teyzelerin, ne diyeceği mühim olan elalemin değil kendi burnunun dikine gitmişsen, hayatının dikensiz gül bahçesine benzemeyeceği baştan bellidir. Ama olsun, gül senin, gülşen senindir, dikenleri ayıklaya ayıklaya yürürsün.
Tıpkı Müjde gibi. Aslında biz kendisini Hayriye olarak tanımıştık; Pala Hayriye. 18’inde evden kaçıp üniversiteye başlamış, aç kalmış, açıkta kalmış ama bir şekilde tutunmayı başarmıştı. Zehir gibi zekası, müthiş gözlemleri, sivri bir dili olan, ‘kadınlık halleri’ni oynamakta beceriksiz, yalansız dolansız bir kadındı, Figen Şakacı’nın roman karakteri Pala Hayriye. Şimdi romandaki ‘Pişti’ adlı bölümden fırlayıp tiyatro sahnesine konmuş, adı da Müjde olmuş.
‘Topuklu Terlik Süt Yapar’ adını taşıyan oyunun kahramanı Müjde, henüz tek bir kitabı olan bir yazar, kendisini ‘büyümeden yaşlanmış’ hissediyor, üstelik de hamile. Bin tane tereddütü, soru işareti var. Artık arkadaşı da olan jinekoloğu Nedim ‘bu yaşta’ başına konan bu talih kuşunu tepmemesi gerektiği kanaatinde. Öyle ya, bir kadının başka ne amacı olabilir ki hayatta? Çoluk, çocuk, düzen. Müjde bunları ‘bu yaşa’ kadar
Başkası adına kıpkırmızı olma, utançtan bakamama, içi daralıp kapatmaya yeltenme, “Daha kötüsü olamaz herhalde” derken olabileceğini görüp içi bulanma... Ve derin bir hayal kırıklığı, umutsuzluk, yılgınlık...
O mecliste cep telefonuyla çekilip yayılan video var ya, kademe kademe bunları yaşattı bana. Kürsünün, o boynu bükük kürsünün tepesinde öfkeli kadın suretleri, uçuşan saçlar ve tiz perdeden çığlıklar.
Yıllar yılı uğraştık, “Erkek meclis istemiyoruz” dedik, siyasi partileri listelerinde kadınlara verdikleri öneme göre takdir ettik ya da ayıpladık, kadınların sayısı arttıkça şiddetin yerini uzlaşma dili alır, iklim değişir sandık. Kadınların değiştirici, dönüştürücü gücüne inandık, elimize geçene bakın: Üçüncü sınıf bir aksiyon filmi.
Hani Hollywood’un “Siz aksiyon filmlerinde kadınlar hep ikinci planda, hep bir kurtarılmayı bekleyen kurban rolünde diye şikayet ediyordunuz ya, alın size güçlü kadın” diye ürettiği; uçan tekmeler atan, kılıçlar savurup ciğer söken türden vampir avcılarının, intikamcı gelinlerin, sözümona kadın ‘kahraman’ların bir yerli versiyonu. Güç mü istiyordunuz? Buyrun size güç. En hakikisinden kol kuvveti, en köründen nefret, en acımasızından öfke.
Pardon ama
Bunu çeşitli vesilelerle tekrarlamak durumunda kalıyorum; ne vatan sevgisi birilerinin tekelinde, ne başkalarını vatan hainliğiyle suçlama yetkisi. Öyle kolay kullanılır oldu ki bu tabir, çöp torbasını kapının önüne bırakan komşunuzdan evlenme teklifinizi reddeden meslektaşınıza kadar canınızı sıkan herkesi “vatan haini” ilan edebiliyorsunuz. Kimse de sormuyor “Ne hainliğini gördün?” diye. Açıklaman gerekmeyen bir şey o, söylüyorsun bitiyor, o lafın üstüne laf yok.
Daha önce bir kadın yolcuyu eşi benzeri görülmemiş şekilde taciz eden muaviniyle gündeme gelen otobüs firmasında bu sefer de bir şiddet vakası yaşanmış mesela. Televizyonunda sinyal olmayan bir yolcu, muavini çağırmış, adam “Zaten üç kuruş para alıyorum, bir de seninle uğraşamam” demiş, aralarında bir tartışma çıkmış ve muavin kadına tekme, tokat saldırmış, haber bu. Sürekli altı çizildiği için biliyoruz ki kadın iki aylık hamile, durum herhalde bu şekilde daha ağır hale geliyor, neyse sonuçta ortada dayak yediğini söyleyen bir kadın ve aldığı klinik raporu ve bunu haber yapan gazeteciye “vatan haini” diyen bir firma sahibi var. Önceki taciz olayını yazanlar da “paralelciydi” kendisinin beyanına göre. İstikrarlı yani.
O
Üç duvarı ekranlarla kaplı bir oda, teknolojinin karanlık tarafına odaklanan ‘Black Mirror’ dizisinden çıkmış gibi. Ekranlarda sürekli değişen görüntüler var. Orta yerde bir yatak, bir de genç kadın. Odada yankılanan erkek sesiyle pazarlık ederek kendisine ideal bir partner yaratmaya çalışıyor.
Brad Pitt’e mi benzese? Yok yok, boncuk boncuk bakan kara gözleri olsa. Yaş? 21 çok mu genç? 30 belki daha gerçekçi... Teni? Boyu? Burcu? Kokusu? Baklavaları? Her şey mümkün burada, kontrol sizde. Gizemli erkek sesinin sürekli tekrarladığı gibi “Mutluluğunuz güvenceleri altında.”
Tabii mutluluktan ne anladığınıza da bağlı biraz. Hani bu yarattığınız ‘ilahla’ biraz hoşça vakit geçirdiniz diyelim, sonra size sarılmasını ister misiniz? Sizi sevmediğini bildiğiniz, hiçbir zaman sevmeyeceğinden emin olduğunuz bir çift kol tarafından sarmalanmak yalnızlığınızı giderir mi, yoksa daha da mı artırır? O zaman o ana kadar yaşadığınız şeye de ‘mutluluk’ denebilir mi?
Hayatımızı ele geçiren teknolojinin mutluluk vaatleri üzerine dişe dokunur bir şeyler yeni yeni yazılıp çizilmeye başlandı bizde. Geçen hafta bu köşede anlattığım ‘Popüler Gerçek’ bunlardan biriydi, şimdi de karşımızda T.O.Y. İstanbul
Basbayağı dilimize yerleşti artık bu ‘çocuk gelin’, ‘küçük gelin’ tamlamaları. Bunun çocuk istismarına sevimli bir kılıf biçtiğini, sanki çocuktan gelin olurmuş gibi bir algı yarattığını söyleyenler kendileri söyleyip kendileri dinliyor. O sırada bu tabirler ilkokul kitaplarına bile sızıyor, baksanıza.
Evrensel’den Elif Ekin Saltık’ın haberiydi, Mavideniz Yayınları’ndan çıkan ilkokul birinci sınıf yardımcı ders kitabı “Etkinliklerle Okuma Yazma”da örnek cümleler var, yandaki şekillerle eşleştirilecek. Bakıyoruz, “Gökay geyik görmüş”. Konumuz g harfi, “Tolga gölde yüzüyor”. Bir de kız çocuğumuz var, Özge, geometri okuyacak, galip gelecek ya da gezgin olacak değil ya, ne oluyor? “Küçük gelin”. Nasıl yani? Basbayağı, “Özge küçük gelin oldu”.
Öncelikle bu kitabın amacı dilin güzel kullanımına yardımcı olmaksa, orası bile sorunlu. Yanlış bir ifade. Ne demek küçük gelin oldu? Yazarının açıklaması, “Etkinliklerde küçük çocuklara gelinlik giydirilir ya, şirin de olur çocuklar, masumane düşünülmüş bir şey” şeklinde. Bu demekmiş “küçük gelin”.
Giydirilmesin efendim. Yani bu toplumda gerçekten çocuklar oyun çağında, okul sıralarından koparılıp koca koca adamlara ‘eş’ diye verilmiyor olsaydı
Bugünlerde kendimizi kötü hissettiğimiz bir sır değil ya; gazeteler, internet siteleri habire bir ‘kendini iyi hisetmenin, huzuru bulmanın, başarıyı yakalamanın, nirvanaya ermenin ‘10-15-20 yolu’ listeleriyle dolu.
Ne yalan söyleyeyim, ben de bakıyorum, çıkar mı içimizdeki daralmaya iyi gelecek, nefes açacak bir şeyler diye. İşin aslı, bu bizim yeni okuma biçimimiz. Bir şey liste halinde, madde madde önümüze gelince anlaşılır oluyor.
Ben diyorum ki, önce ‘oldies but goldies’leri yerine getirmeye çalışıp, beden sağlığımızı kazanmaya uğraşalım. Yani sigarayı, unu ve şekeri azaltmak, sporu çoğaltmak, en azından daha çok yürümek, sebzeye yüklenmek gibi.
Sonra sıra gelsin ruh ve akıl sağlığına. Yine altın klasiklerden sevdiklerinize daha çok sarılmayı, ailenizin, dostlarınızın kıymetini bilmeyi, hayvan beslemeyi, çocuk okutmayı, sokakta üşüyen bir insanın üzerini örtmeyi deneyebilirsiniz. Kendinden başka birilerini düşünmek, her şekilde iyi geliyor insana.
Üretmek, en önemli dostumuz. Çok büyük hedeflere gerek yok, önemli olan sizin ona harcadığınız mesai, verdiğiniz emek. Evet, aklınıza ilk gelen ‘Küçük Prens’in gülü gibi. Aslı Erdoğan’ın Ayşe Arman’a verdiği röportaja bir bakın, içilmiş
Dışarıda kar yağarken, hayatımızı örten beyazlık bir noktaya kadar herkesi eşitlerken okudum o Facebook iletisini. Tam da karın, ayazın kalpleri yumuşattığına, başka canlıların akıbetini merak ettirdiğine dair iyimser duygulara kapılırken. Sokakta koca koca insanların kardan adam yaptığını görüp neşelenirken.
Erasmus öğrencilerinin kaldığı apartların da bulunduğu bir mahalleden bildiriyordu yazan. Bu genç üniversitelilerin dışarı çıkıp oturdukları sokağın çocuklarıyla kartopu oynadığı bir muhitten. Çocukların arasında bir ‘elebaşı’ vardı diğerlerini yönlendiren ve masum kartopu oyunu kartopu ‘savaşına’ dönüyordu onun komutlarıyla.
En son duyduğu cümle şuydu çocuktan: “Yapıştır kıza yapıştır, Türk değil onlar! ”
Bunu hesap etmiyorduk değil mi? Yabancı düşmanlığının ortasına doğup “O Türk değil, bizden değil, düşman” sözlerini duya duya büyüyen çocuklarla nereye gideceğimizi düşünmüş müydük?
Çocuk bu, ne zaman öğrendi, Türk olmayana ‘yapıştırması’ gerektiğini? Belli ki anası babası, mahalledeki abisi, birilerinden duyuyor. Oyun çağında kartopu yapıştıran daha büyüyünce ne yapacak?
Hani Milli Eğitim Bakanlığı koordinasyonunda okullarda yürütülen bir toplumsal cinsiyet eşitliğinin
Evet, sosyal medya sayesinde neyin gerçek, neyin sanal olduğunu karıştırdık. Facebook, instagram, twitter, periscope, snapchat vs hesaplarımızla kendimize yeni bir dünya kurduk. Gün içinde evde, sokakta, işte yaşadığımızdan daha renkli, daha eğlenceli, daha anlamlı bir hayat bu, burası da doğru.
Oradan takip edenler gününe aktif bir şekilde ‘smoothie’sini içip ormanda koşusunu yaparak başlayan, üzerinde ismi yazan Starbucks kahvesiyle toplantıdan toplantıya uçan, akşam olunca etrafı insanlarla çevrili, masalarda kadeh tokuşturup partilerde coşan, mutlu bir insan görüyor. Arada çocuklara, kedilere, kuşlara sevgi göstermeyi, denize nazır kitabını okumayı, latin dansına gitmeyi falan da ihmal etmiyor, gün de 24 saat daha ne yapsın bu insan, insaf edin.
O sırada evde tek başına, battaniyeyi kafasına çekmiş depresyon geçiriyor olabilir, önemi yok. Popüler olan gerçektir, bitti.
Yeni bir şey söylemiş oldum mu? Hayır. Bu sanal alem gerçek hayat konusunda sanki söylenecek sözleri hep tüketmiş gibiyiz, bir teknoloji eleştirisine daha halimiz kalmamış gibi ama tam da öyle olmadığını Cem Uslu’nun yazıp yönettiği ‘Popüler Gerçek’ kanıtlıyor. Meğer hâlâ bu konuda tekrara düşüp sıkıcı olmadan