Her şey ama her şey değişiyor, ömrünün geçtiği şehirde, semtte, sokağa çıktığında tek bir tanıdık tabela görmüyorsun, “Benim” diyebileceğin, anılarını anlatabileceğin tek bir bina, tek bir ağaç bile, neredeyse. “Her sene bu zaman burada şu olur” diyemiyorsun mesela. Ya kapanmış, ya kaldırılmış, bir şekilde tarihe karışmış oluyor. Konser mekanı ve bar olarak şehre damgasını vuran Hayal Kahvesi bile dayanamadı değişime, ne diyeyim...
Ama mesela bir radyo var, içinde dünyanın her köşesinden her tür sese, renge; mimarlıktan felsefeye, edebiyattan güzel sanatlara hayatı yaşanır kılan her şeye yer olan, yayına başladığında “Vay be, ne acayip” dediğimiz, müdavimi olduğumuz, sahiplendiğimiz, o 22 yaşına gelmiş şimdi. Büyümüşüz beraber. Birçok güzellik gibi eksilip gitmemiş. Ve şimdi, 14 yıldır devam eden bir Açık Radyo (94.9) geleneğinin tekrarlanma vakti geldi: 9 gün, 99 saat sürecek olan 14. Dinleyici Destek Özel Yayını’nın. Nedir bu? Açık Radyo, her yıl bu zamanlarda kapılarını kültür-sanat dünyasından isimlere ve ‘kadim’ dinleyicilere açıyor, bazen konuk, bazen programcı olarak. Dinleyiciler de istedikleri programı bir saatine destekleyebiliyor, bu da herhangi bir sermaye grubuna
Önce ABD, sonra İngiltere bazı ülkelerden uçağa binecek yolcuların kabine cep telefonundan büyük elektronik cihaz sokmasını yasakladı. ABD’nin yasak listesi Türk Hava Yolları, Royal Jordanian, EgyptAir, Saudi Arabian Airlines, Kuwait Airways, Royal Air Maroc, Qatar Airways, Emirates ve Etihad Airways’i kapsarken, jet hızıyla onu izleyen İngiltere’nin listesinde Türkiye, Lübnan, Ürdün, Mısır, Tunus ve Suudi Arabistan’dan gelecek -ve geçecek- uçaklar var. Onlar ayrıca sadece o ülkelerin havayolu şirketlerini değil, British Airways ve Easyjet’i de yasak kapsamına aldı.
Gerekçe, İslami terör tehdidi. Yergi olarak mı alırsınız övgü mü bilmem; Trump kanadından gelen açıklama, “İslamcı teröristlerin hava güvenliğini vurmak için zekice yöntemler geliştirmekte olduğu” yolunda.
Bunu uçağa binmeden üç kere açılıp kapatılacağı kesin olan bir cihaz yardımıyla yapmayı denemenin ne kadar zekice olduğuna siz karar verin artık. Ya da laptop’ı valize koyup bagaja vermenin bu ‘zekice yöntemi’ durdurup durduramayacağını.
İşi nedeniyle laptop’sız seyahat edemeyecek insanlar var, herhalde amaç onları durdurmak, El Kaide ya da IŞİD militanlarını değil. Bilgisayarını kırılacağı, bozulacağı ya da çalınacağı
Seksenli yılların sonlarında İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda bir gidenin bir daha gittiği, anlata anlata bitiremediği bir komedi oynanmıştı; ‘Oyunun Oyunu’. Oyun seyirciyi çok merak ettiği bir yere; tiyatronun sahne arkasına götürüyor ve asıl şamatanın orada kopmakta olduğunu gösteriyordu. Sahiden öyle böyle komik değildi. Özellikle oyunun az zekâlı, şuh sarışınını oynayan Meral Oğuz efsane olmuştu. Genellikle daha uçucu kaçıcı, güldürdükten sonra geride çok da fazla iz bırakmayan bir tür kabul edilen komedi, aslında iyi bir örneğine rastlandığında o kadar unutulmaz olabiliyor ki, ‘Oyunun Oyunu’nu bunca yıl sonra yeniden izleme fırsatını kaçırmak istemedim. Biraz da korka korka; çünkü 30 yıl bazen bir oyundan çok şeyi alıp götürebiliyor, anısı bozulsun istemiyor insan. Ama ‘Oyunun Oyunu’, bu konuda da bir istisna. Boşuna dünyanın en çok sahnelenen oyunlarından biri değil.
Modası hiç geçmedi
İngiliz yazar Michael Frayn, orijinal adı ‘Noises Off’ olan oyunu 1982’de yazmış. Ama asıl fikir, 1970’de yazdığı ‘The Two of Us’ oyununu perde arkasından izlerken gelmiş aklına. “Aslında sahnenin arkası önünden daha eğlenceli” diye düşünmüş ve oturup bunu yazmış. Hatta doğru tabir ‘yazmaya
Onca yakın arkadaşı, her anında yanında olan sevdikleri varken bana düşmez Pınar’ı anlatmak diye düşündüm önce ama değil mi ki bu hayatımda uzaktan da olsa tanık olduğum en kıymetli direniş öykülerinden biriydi, bunu paylaşmamak da olmazdı.
O bütün yaşama tutkusunu, iki ameliyat arası koşup gittiği deniz kenarlarını, dost sofralarını, gücü olduğu anda üzerinde 7 numaralı formasıyla soluğu aldığı Beşiktaş maçlarını ve şahane gülümsemesini tanıdığı tanımadığı herkesle cömertçe paylaşan bir kadındı çünkü. Hiçbiri olmasa hastane penceresinden görünen masmavi gökyüzünü ve pamuk gibi bulutları. Yazar Özen Yula’nın hayatın değerini hatırlatan mücevher değerindeki cümlelerini bazen de... Son yazdıklarından biri mıh gibi aklımda: “Aslolan yaşamaktır. Bunu anlayana kadar biten şeye de ‘ömür’ denir. Güzel yaşayın.”
Pınar Odabaş Aktuğ... Değerli meslektaşımız, küçük büyük herkesin ‘Erkan Abi’si Erkan Aktuğ’un karısı. Sinema ve televizyon sektörünün, efsane ‘Leyla ile Mecnun’ dizisinin güler yüzlü yapımcısı. Cumartesi günü uğurladık onu. “Güneş enerjisiyle çalışır” diyordu kendisi için, onun güzel gülüşü gibi güneşli bir gündü.
Sosyal medyadan takip ederken hayatın hiç dert vermediği bir insan
Mirkelam iyi bir şarkı yazarı olduğu kadar iyi de bir şarkıcı. Üstelik İskender Paydaş ve Volga Tamöz gibi şahane müzisyenlere emanet etti hep şarkılarını. Tam da bu yüzden onun parçalarını başkalarından dinlemek gibi bir ihtiyacımız olduğunu düşünmüyordum. Olabilecek en güzel halleri orada duruyordu işte.
Fakat ‘koşan adam’ olarak bir gecede hayatımızın baş köşesine kurulduğu günden bu yana 22 yıl geçmiş meğer ve Mirkelam da aldığı yaşları arkadaşlarıyla birlikte kutlamak istemiş. 10 adet Mirkelam şarkısı 10 arkadaşı tarafından yeniden yorumlanmış ve ortaya DMC etiketli ‘Mirkelam Şarkıları’ albümü çıkmış.
“Daha yaşı ne başı ne, saygı albümü için çok erken değil mi?” diyecekler için ntv.com.tr’deki söyleşisinde Suat Kavukluoğlu’na, “Bu bir sevgi albümü. Benim daha saygı uyandıracak müzikal bir genişliğim ya da uzunluğum yok. Şarkılarımı, sevdiğim sanatçı arkadaşlarımdan dinlemek istedim. Arkadaşlarımın parçalarımı söylemeyi kabul etmesi, bu işe gönül vermeleri benim için çok değerli” demiş.
Böyle baktığında da ortada birinin yazdığı şarkılar, o şarkıları seven arkadaşlar ve insanı biraz hüzünlendiren, bolca neşe veren, duygusal ve eğlenceli bir albüm var. Mirkelam’ın kendisi gibi
Kızgınız evet, anlıyorum. Hollanda’ya öfkeliyiz. Ama bunu yetişkin insanlar gibi ifade etmek yerine laleye, portakala bıçak çekmek, Hollanda niyetine Fransa bayrağı yakmak, velhasıl komik duruma düşmek şart mı diye düşünmekteydim ki Beşiktaş Belediye Başkan Yardımcısı Hüseyin Avni Sipahi çıtayı erişilmez bir noktaya çekti: Tepki olarak Hollanda cinsi ineğini keseceğini açıkladı.
Söylediklerini “Zaytung haberi herhalde, ciddi olamaz” diye okudum, “Çok da güzel süt veriyordu ama bundan sonra kime süt verecekse versin. Allah onları bildiği gibi yapsın” diyor kürsüdeki konuşmasında. Sütü size veriyormuş zavallı, “Kime verirse versin?” ne demek, garibanın suçu ne? İneğin milliyeti mi olur?
Tam belediye meclisi üyeleri bahara doğru mangal partisi yapıp ineği afiyetle yemeğe hazırlanıyordu ki kendisinden ‘sarı inek’ olarak söz edilen hayvancağız üzerinden bir rehine pazarlığı başladı. Sayın Sipahi, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine fikir değiştirdiğini, bahara kadar da beklemeyeceğini bildirerek Hollanda’ya meydan okudu: “Atların ezdiği, itlerin ısırdığı vatandaşlarımıza sarı ineği keserek görüntülü bir mesaj vermeyi düşünüyorum. Bugün yetiştiremedik, cuma günü keseceğiz. Cuma günü, etini
Yine sapla samanın karıştığı, bir ülkeyle yaşanan krizin toptan yabancı düşmanlığına evrildiği günler yaşıyoruz. Ve ilginçtir, bunun ceremesini en çok çekenlerden biri, İngiltere’nin Türkiye büyükelçisi Richard Moore.
Zira kendisi Twitter’da aktif bir karakter ve herhalde bütün saldırıları güleryüzle göğüslediği, efendiliğini bozmadığı için, hem tarihteki tüm Britanya – Türkiye meselelerinin hem de Türkiye’nin uluslararası arenada yaşadığı her sorunun hesabı kendisinden soruluyor.
Bir bakıyorsunuz Çanakkale Savaşı’ndan ötürü kabahatli, bir bakıyorsunuz ‘Arabistanlı Lawrence’ adıyla maruf T.E. Lawrence’dan dolayı. Şu sıralar tabii ki Hollanda ile yaşanan gerginlikten sorumlu.
Protestoların üç ayağı var: Hollanda niyetine ABD’nin Rotterdam polis teşkilatına telefon etmek, portakal keserek suyunu içmek ve İngiliz büyükelçisine saldırmak.
Hollanda’nın sağcı parti lideri Geert Wilders Türkler’i ülkeden kovan bir video çekiyor, bizimkiler bunun için de hedefe nezaketle kendilerine cevap veren bir adamı koyuyorlar, anlamak mümkün değil.
“Ne diyorsunuz bu duruma?” diye başlıyor mesela sorgu sual Hayır ne desin, adam Hollandalı da değil Türk de. “Ben BK elçisi olarak iki dost ülke arasındaki
Kabul edelim, yola 1-0 yenik çıktı, ‘İstanbullu Gelin’. “İstanbullu modern bir kız konağa gelin gider”in dizi izleyicisinin hafızasında tek bir karşılığı var: ‘ Asmalı Konak’. Damat da Özcan Deniz olunca, doğal olarak “Başka hikaye mi yok?” sorusuyla başladı iş ve bu kıyaslamadan da galip çıkması zor. Ortada efsane olmuş, üstelik geçen zamanla üzerine bir de nostalji halesini kuşanmış bir dizi var.
İkinci sorun, daha dizi başlamadan senarist değişti, değişiyor söylentilerinin gündeme gelmesi oldu ki bu da dizi sektörünün yaralarından biri. Bir iş yola kimle başlayacak, kimle devam edecek asla bilemiyoruz.
Gülseren Budayıcıoğlu’nun ailesinin gerçek hikayesini anlattığı kitabından uyarlanan ‘İstanbullu Gelin’in de Venedik’ten ödüllü ‘Küf’ filmini yazıp yöneten Ali Aydın’la başlayan yolculuğuna üçüncü bölümden itibaren ‘Anne’den ayrılan Berfu Ergenekon ile devam ettiği biliniyor. Ama bu kargaşayı ve “2017 model Asmalı Konak mı?” yükünü yüklemezsek üzerine, aslında eli yüzü düzgün ve umut vadeden bir iş, Star’ın yeni dizisi ‘İstanbullu Gelin’.
İzlenir kılacak her şey var
Bir kere Zeynep Günay Tan, özellikle ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ ile uzun soluklu dizi dünyası kurma konusunda