Dünyanın her tarafında geçerli mi bilmem ama bizde 8 Mart bilançosu diye bir şey vardır.
Medyamız o gün ekstra hassasiyetle kadın haberlerinin çetelesini tutar. Tahmin edileceği gibi, pek de hayırlı sonuçlar çıkmaz.
Bu yıl ben de deneyeyim dedim.
Tam tarihler 8 Mart 2017’yi gösterirken. Kimileri Dünya Kadınlar Günü’nü, bütün dünya ise Dünya ‘Emekçi’ Kadınlar Günü’nü kutlarken yani, bir bakayım neler olup bitiyor güzel yurdumda.
Evet evet, tam o “Kadınlar, bizim kadınlarımız” şiirleri okunurken, ama artık haşa soframızdaki yerleri öküzümüzden sonra gelmezken. Bilakis, kadınlarımız çiçekken, başımızın tacı, gönüllerimizin sultanı, illa ki ‘bizim’ bir şeyimizken... Kadınlar günü olsa da söz erkeklerinken.
Yemek siparişimizin yanında kırmızı karanfil gelir, telefonumuz kutlama mesajlarına yetişemezken...
Falanca belediye, filanca telefon şebekesi, geçen yıl buzdolabı aldığımız beyaz eşya bayii, muayene olduğumuz klinik gününüzü kutlar, bütün mağazalarda özel indirimler, kredi kartımızda ekstra miller ve de bonuslar bizleri beklerken hani...
Antalya’da Aynur Özallı adlı, 42 yaşında, dört çocuklu bir kadın, geçen yıl boşandığı eski kocası tarafından pompalı tüfekle vurulup öldürüldü.
Çok şey söyleniyor, ‘ötekileştirme’den söz ediliyor, ‘yabancı düşmanlığı’nın alıp yürüdüğünden, Batı’nın ‘kendinden olmayana’ duyduğu korkuyla karışık nefretten...
Ve doğal olarak bu konu son dönem üretilen pek çok tiyatro metnine de konu oluyor. Fakat ben hiç bu kadar meseleyi net ortaya koyup lafı dolandırmadan bütün ikiyüzlülüklere ayna tutanını, bunu da “Bak nasıl empati yapıyorum” diye tepeden bakmadan yapanını izlemedim.
Şaşırtıcı değil, çünkü yazarı Tunuslu bir baba ve İsveçli bir anneden dünyaya gelen, İsveç’in parlayan yıldızlarından, 1978 doğumlu Jonas Hassen Khemiri.
Yani ‘yabancılık’ meselesine her taraftan, hem içeriden hem dışarıdan bakabilen, bunu da zekice bir kurgu ve parlak mizahla yapan bir yazar.
‘İstila’, kurucularından olduğu İkinci Kat’tan ayrılan Sami Berat Marçalı’nın yeni topluluğu B Planı’nın ilk oyunu olarak Türkiye prömiyerini yaptı bu sezon.
Bütün hikâye, ya da hikâyecikler diyeyim, ne anlama geldiğini kimsenin tam olarak bilmediği, ama ‘ağır bir isim’ olduğunda birleştiği ‘Abulkasem’ etrafında dönüyor.
Kendi penceresinden
Kadına şiddet, taciz, tecavüz olaylarında medyanın kullandığı dil genellikle sorunlu. Kadına karşı işlenen suçun adını koymakta çekingen, neredeyse mağduru suçlu çıkaracak sıfatlar bulmakta da mahir davranabiliyorlar. Yani aslında toplumda durum ne ise, taciz – tecavüz – şiddet haberlerini yapan medyada da durum aşağı yukarı aynı. Hep bir “Yapmış evet de sorun bakalım neden yapmış” hali.
Zannedersiniz her olayı derinlemesine inceleyip bir hafiye gibi sebep – sonuç ilişkileri kuruyoruz. Nedense bu mekanizma tecavüz ve kadın cinayeti haberlerinde dört dörtlük işletilir.
Fakat buradaki suçluğu mazur gözterme yaklaşımı ne kadar yanlış ise, ortada bir adama organize şekilde işkence etmiş koca bir aile varken mağdurdan “Sosyal medya tacizcisi” diye söz etmek de o kadar korkunç. Kadının yanında duracağım derken bu kadar adaletsiz olunmaz.
Karşımızda sahiden akıllara zarar bir olay var; haberlerde yer alan detayların yarısı bile doğruysa insan bu senaryoyu yazıp uygulayabilen bir aileden ürküyor.
Nedir olay: İstanbul Kartal’da oturan A.Y. isimli evli bir kadın, İ.A. isimli şahıs tarafından sosyal medya üzerinden rahatsız edilmiş. Dikkatinizi çekecektir, bu ‘evli’, haberin yayınlandığı her
Belliydi aslında. Kaç bölüm önce, Poyraz albayına söylemişti filmin sonunu: “Bir kızla bir çocuk birbirini çok sever, biri ölür, öteki delirir” demişti. Biz yerli dizilerimizde sonun bu kadar önceden belli olmasına asla alışık olmadığımız için ciddiye almamıştık. Halbuki ‘Poyraz Karayel’de bu tip çengeller hep vardı, farkı da oradaydı.
Nitekim, 82 bölümün neredeyse yarısında ‘aklını çıldıracağını’ beyan eden, gözümüzün önünde adım adım o eşiğe yaklaşan Poyraz, sonunda dediğini yaptı. Hatta daha da öteye gitti; kalbiyle aşık olduğuna göre, sevdiği kızı kaybetmeye dayanamadı ve ‘kalbi deliren ilk insan olarak’ tarihe geçti.
‘Poyraz Karayel’, Ayşegül’ün (Burçin Terzioğlu) ölürken Poyraz’da (İlker Kaleli) kalan son akıl kırıntısını da beraberinde götürmesiyle son kez sosyal medya rekorları kırarak veda etti. Çünkü “Yaşamaya verilecek en güzel tepkiydi” delirmek.
Ekranın fenomeni oldu
Final bölümünün Tarantino tarafından çekildiğinden şüphelendiğimiz bir ceset tarlasına dönmesini, Poyraz’ın bir hamlede 30 kişiyi falan temizlemesini, Nevra’nın patlayıp alev alev yanan arabadan sağ çıkmasını veda travmasına bağlayıp hoş görürsek, çarpıcı bir finaldi. Yalnız Ayda Aksel bir kez daha oğlunun
Hayal etmeye çalışıyorum. Nasıl olabilmiştir acaba? İzmir’deki o noter görevlisi, tekerlekli sandalyede olduğu için 25 basamağı çıkamayan Büşra Ün’ün evet, üstelik kendisi milli tenisçimiz de olmasa ne fark eder- yanına inerek işlemini yaptığı için ‘yol ücreti’ talep etmeye nasıl karar vermiştir?
Yüzü nasıl kızarmamış, içi nasıl el vermiştir?
Makbuza da işlemiş üstelik. 17 lira 74 kuruş.
Sanki karşısındaki canı evden çıkmak istemediği için onu ayağına çağırıyor.
Yasaya aykırılığını, engelli insana hizmet verme zorunluluğunu, o paranın haksız olarak alınmış olmasını falan geçiyorum bir kalem.
Zaten işin o kısmı halledildi. Twitter’da “Engellilik nedir diye soranlara noterde 25 basamak merdiven çıkamadığımda kişilerin aşağı gelmesi için 17.74 TL ödemektir deyin” diye zarifçe başına geleni dile getiren Büşra Ün’den defalarca özür dilendi, parası iade edildi. Buna da şükür diyoruz.
Ama asıl mesele o ‘hatanın’ nasıl, hangi güdüyle yapılabildiği. Bu bencillik, bu halden anlamama, bu karşısındakine hayat hakkı tanımama noktasına nasıl geldiğimiz. Yanlışlıkla olacak şey değil ki, düşünülüp karar verilmiş.
Engelli insanın binmesi için otobüsün rampasını açmak zorunda olmadığını iddia eden, görevin
FUAYE NOTLARI
Bangır bangır bağıran, sert bir müzik, iki delikanlı gözlerini ekrana kitlemiş playstation oynuyorlar. Vurdulu kırdılı, kanlı revanlı bir oyun. Sert. Hayatın kendisi kadar olmasa da.
Her yanına boş şişelerin, ambalaj kâğıtlarının yayıldığı bu ‘çöp ev’de Hench ve Bobbie adlı iki kardeş süt çalarak, yıkamaya verdikleri giysilerini alacak paraları bile olmadığı için tek bir tişörtü paylaşarak, kâh PlayStation’da adam öldürüp kâh birbirlerinin boğazına yapışıp boğuşarak yaşayıp gidiyorlar. Aslında ‘hayatta kalıyorlar’ demek daha doğru onların durumunu tanımlamak için.
Biri 15, diğeri 17 yaşında. Babaları yok, okula gitmiyorlar, arkadaşları yok, dış dünyayla bağları yok. Ara sıra gelip giden alkolik ve nevrotik bir anneleri var, bir de sürekli bağlı tuttukları bir köpekleri. Adı Taliban, köpeğin. Çünkü kahverengi ve saldırgan. En az Hench ve Bobbie kadar saldırgan ve onlar kadar sevgisiz.
Gerilim ile mizah birlikte
Anneleri Maggie oğullarını istemeyen erkek arkadaşıyla yaşıyor, eve gelip gittiği sınırlı zamanlarda ise adeta bir hayal aleminde. Oğullarına verebildiği sevgi kendi annesinden gördüğünden fazla değil. Ne çocukların nasıl bir yoksunluk içinde olduğunu fark ediyor,
Cemile Ş. 29 yaşındaydı. Afyonkarahisar’da yaşıyordu. Gencecik yaşında erkek şiddeti yüzünden ‘di’li geçmiş zaman’la anılan sayısız kadından biri oldu.
10 yaşında bir oğlu vardı.
20 gün önce işten geldi, kocasını yatakta bir başka kadınla yakaladı. Kocası Vural Ş. işsizdi, iddaya göre ‘bunalımdaydı’, Cemile’ye düşen ‘anlayış göstermek’, sineye çekmek, dizini kırıp oturmak olmalıydı. Kendisini aldatan kocadan dayak da yese, üzerinde sigara da söndürülse...
Ama 10 günlük işkencenin sonunda Cemile dayanamadı, Antalya’ya kız kardeşinin evine kaçtı. Kocası da arkasından geldi. Tartıştılar. Cemile polis merkezine gidip şikayetçi oldu. “Kocam,” dedi, “Beni dövüyor, bana şiddet uyguluyor, korkuyorum”.
Karakoldan çıktı, eve döndü, daha kapıdan içeri girmemişti ki kocası karşısına çıktı, belindeki tabancayı çıkardı. Cemile’ye çektirdiği 8500 liralık krediyle aldığı tabancayı... Ve ateş etti.
Cemile Ş. artık yok. Aldatıldı, dayak yedi, işkence gördü, öldürüldü. Son çare olarak sığındığı polis tarafından değil bir gün, bir saat bile korunamadı. Muhtemelen tehlikenin ne kadar gerçek olduğu fark edilmediği için.
İkinci vaka Manisa’dan, 2016 yılından. Davası yeni görülüyor. Hürriyet’ten, İsmail
Moda’nın ara sokaklarında kaybolarak Cafe 37/A’yı arıyoruz. Adını adresinden alan mekanlardan; Bademaltı Sokak 37/A. Sonunda mini mini ama her köşesinde ayrı bir sürpriz keşfettiğim mekana varıyoruz. Hakikaten oyuncaklı bir dükkan, afişler, gelenlerin polaroid fotoğrafları, minik notları, her taraf anılarla dolu.
Donut cenneti olarak açılmış bir yer burası, ama asıl ününü makarnalarıyla edindi. Zira merkezi Parma’da bulunan Academia Barilla, özel gurme serisi ve executive şefi Fabio Foltran’ın tarifleriyle ilk kez Türkiye’de bir mekana girmiş oldu.
Duvarda bir menü var; pek eğlenceli makarna isimleriyle dolu. Misal bir Sophia Loren var, ‘Spagetti Napoletana’nın 37/A versiyonu olarak, Marcello Mastroianni, ‘Aglio e Olio’ olarak beyazperdedeki ideal eşini yalnız bırakmamış. Acılı ‘Penne Arrabiata’ tahmin edileceği gibi Monica Bellucci olmuş. Pesto soslu linguine ise Ferzan Özpetek.
Film isimleri de unutulmamış; brokolili krema soslu orecchiette mi istiyorsunuz; “La Dolce Vita” diyorsunuz. Mantarlı kremalı ‘Fusilli Fungi’ mi, ‘Cahil Periler’ onun adı. Özpetek’in ‘Serseri Mayınlar’ına karides eklenmiş. Fellini ise ağırlığına uygun bir bonfileli fettucine kılığında.
Özel bir konuk
Makarna