Yine sapla samanın karıştığı, bir ülkeyle yaşanan krizin toptan yabancı düşmanlığına evrildiği günler yaşıyoruz. Ve ilginçtir, bunun ceremesini en çok çekenlerden biri, İngiltere’nin Türkiye büyükelçisi Richard Moore.
Zira kendisi Twitter’da aktif bir karakter ve herhalde bütün saldırıları güleryüzle göğüslediği, efendiliğini bozmadığı için, hem tarihteki tüm Britanya – Türkiye meselelerinin hem de Türkiye’nin uluslararası arenada yaşadığı her sorunun hesabı kendisinden soruluyor.
Bir bakıyorsunuz Çanakkale Savaşı’ndan ötürü kabahatli, bir bakıyorsunuz ‘Arabistanlı Lawrence’ adıyla maruf T.E. Lawrence’dan dolayı. Şu sıralar tabii ki Hollanda ile yaşanan gerginlikten sorumlu.
Protestoların üç ayağı var: Hollanda niyetine ABD’nin Rotterdam polis teşkilatına telefon etmek, portakal keserek suyunu içmek ve İngiliz büyükelçisine saldırmak.
Hollanda’nın sağcı parti lideri Geert Wilders Türkler’i ülkeden kovan bir video çekiyor, bizimkiler bunun için de hedefe nezaketle kendilerine cevap veren bir adamı koyuyorlar, anlamak mümkün değil.
“Ne diyorsunuz bu duruma?” diye başlıyor mesela sorgu sual Hayır ne desin, adam Hollandalı da değil Türk de. “Ben BK elçisi olarak iki dost ülke arasındaki gerilimi yorumlayamam” diyor.
Hadi bakalım başlıyor taarruz, kendi içimizde nasıl “Tarafını seç” durumu varsa, burada da öyle. “Seçmen gerekse Hollanda’yı mı tutarsın, Türkiye’yi mi?”
Yanıt alamadıkça sertleşiyor üslup, ne ‘soysuz’luğu kalıyor, ne ‘sinsi’liği. Ve her tartışmanın sonunda aynı noktaya geliniyor: “Sizce neden Büyük Britanya ile Türkiye dost olamıyor?”
Kim bilir kaçıncı kez okuyorum, Büyükelçi’nin “1952’den beri müttefikiz. Nereden çıktı dost olamadığımız?” yazıp karşılığında “Hadi oradan” ile başlayan hakaret ve tehditlere maruz kaldığını.
Dostça bir yaklaşıma bu neyin öfkesi şimdi? Gerçekten açın, yabancı düşmanlığı nasıl olur, oradan okuyun. Türk’ün Türk’ten başka dostu var mı yok mu, yeniden düşümek için birebir.
‘Gözleri bile yedim’!
Dün Hürriyet’ten Savaş Özbey ‘Finlandiya’nın en seksi insanı’ kabul edilen Sara La Fountain ile konuşmuş. Kendisi moda blogger’ı, yazar, yemek stilisti ve de şef gibi bir dizi ‘titr’e sahip. İstanbul’da restoran açası varmış günün birinde.
Peki kendisi buraya geldiğinde ne yemiş? Kuzu kelle!
Hani önce manzarayı gözünüzün önüne getirin, sonra röportajdan aktaralım: “Bunu gerçekten yiyebilir miyim, dedim kendi kendime. Sonra bir tattım ki... Immmh! Aman Tanrım! Gözlerini bile yedim.”
Yanda da şefin kan revan içinde bir beyaz elbiseyle fotoğrafı var ve kendisi ‘seksi şef’! Zaten yazının başında ‘el bebek gül bebek büyütülmüş’ bu hanımın “size kuzu kelle yerken eşlik etmek gibi artıları var” deniyor. Herhalde kuzu kelle bir fantezi unsuru.
Demiyorum ki et yenmemeli. Vejetaryen olmak, et yemeyi hayatından çıkarmak kişinin kendi yapacağı bir tercih, kimsenin kimseye dayatacağı bir şey değil.
Ama netice itibariyle bir hayvanın, hem de yavru bir hayvanın öldürülmesine dayalı bir eylemin allanıp pullanıp müthiş iştah açıcı, bir de üstelik ‘seksi’ bir şey gibi sunulması anlaşılır şey değil. Nedir bu kan revan merakı?
Ayrıca bence tıpkı Nusret’in videolarının iştah kesen etkisi gibi bunu okuyanın da ağzına bir lokma et koyması mümkün değil ya, neyse.