Kendime yanlış bir çevre seçtiğimden olsa gerek, bir süredir nereye baksam gergin, mutsuz ve endişeli yüzler görüyorum. Sanki insanlarda iki kaş arasındaki çizgilerde derinleşmeler var.
Sebebi biri için ekonomik, öteki için güvenlik ama sonuçta bir dokunuyorsun bin ah işitiyorsun. “Nasılsın?” diye sorduğundan aldığın en iyi cevap “Eh işte” ile “Nasıl olalım” arasında değişiyor.
Sinirler yay gibi. Millet birisi yan baksın da ben bir deşarj olayım diye bekliyor adeta.
Klavye başları zaten savaş alanı. Kimse bir diğeriyle aynı fikirde değil ve sanırsın ‘ortak payda’ uzak bir gezegen.
Hal böyleyken insan düşen cemreden, gelen bahardan, açan çiçekten, zıplayan kuzudan falan medet umuyor. Bakınız, bu hafta havaya düşen cemre neredeyse TT oldu.
Gelgelelim Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2016 ‘Yaşam Memnuniyeti Araştırması’ sonuçlarını yayımladı, e dert üstü murat üstüymüşüz, hiç söylemiyorsunuz.
2015 yılında mutlu olduğunu beyan eden bireylerin oranı yüzde 56.6 iken, 2016 yılında yüzde 61.3’e çıkmış. Mutsuz olduğunu iddia edenler ise yüzde 11.4’ten yüzde 10.4’e düşmüş.
Harika haber.
“Cesur ve Güzel”in son bölümünü izleyenler muhtemelen Kıvanç Tatlıtuğ’un hastane koridorunda verdiği dersi fark etmiştir. Cesur’un kadim dostu, Rıfat abisi kaza geçirdi ve durumu ağır, her hasta yakını gibi babasıyla ilgili kesin bir bilgi almak isteyen oğlu da hastanede bağırıp çağırmakta. Çok bildik bir tablo, kendini çaresiz hisseden, bu yüzden sanki elinden bir şeyler gelecekken yapmıyormuş gibi doktora yüklenen o adamı hepimiz tanıyoruz.
Fakat bu sefer Cesur duruma el atıyor ve önce karşısındaki delikanlıya, sonra ekran başında oturup doktorların ellerinde sihirli değnek bulunduğunu, eğer sevdikleri birini iyileştiremiyorsa bunu canı öyle istediği için yapmadığını zannedenlere anlatıyor. Basbayağı, tane tane: “Anlıyorum, üzgünsün, çok da haklısın üzgün olmakta ama bu işler böyle gitmez. Bak buradaki herkes babanı iyileştirmek için seferber olmuş durumda. Sağlıkta şiddet olmaz. Duyuyor musun sana ne diyorum, sağlıkta şiddet olmaz! Aç gözlerini, şımarıklık yapma. Saçmalamayı bırak insanlar işini yapsın!”
Bundan birkaç ay önce, “Cesur Yürek” dizisinde ameliyathane basıp cerrahın kafasına silah dayayarak hastayı hayata döndürmesini sağlayan bir karakter izlemiştik. Çok tehlikeli ve
Televizyon dizilerinin gündemi takip etme çabası sonucu bir haftadır ekranlardan kalpler fışkırıyor. Gerçek hayatta mecburcu 14 Şubat çiftlerine kurulan tuzaklara yakalanmasanız bile, televizyonda kaçamıyorsunuz. Üstelik dizi bu ya, sürpriz çıtası yükseldikçe yükseliyor. Hayır amaç ne? Bu vesileyle çiftler arasında kavga çıkarmak mı?
Yurdum kadını yıllar süren çabalarının ekmeğini yiyip nihayet 14 Şubat’larda baş başa bir yemek, bir oyuncak ayı, olmadı bir kırmızı gül koparmaya muvaffak oldu bir süredir. En “Ben sevmem bu günleri” diyen erkek arkadaşlar bile bir nebze uyum sağladılar bu kırmızı kalpli gidişe. Ama şimdi kadınlar o dizilerde görecekler elalemin erkeklerinin -ki gerçek hayatta neredeler bilen yok- aldığı hediyeleri, gizli kapaklı yaptığı organizasyonları, hadi yeniden
sorun yumağı.
Bitmeyen planlar....
Bir de öyle bir dünya ki, kadınlarda bir “Yok canım ne 14 Şubat’ı?” hali, erkekler “Yoo, hayatımın en önemli günü bugün, en büyük sürprizi ben yapacağım” havasında. Misal, ‘Cesur ve Güzel’de Cesur, Sühan’ı binbir dalavereyle Sakıp Sabancı Müzesi’ne Feyhaman Duran sergisi vesilesiyle verilen özel bir davete çağırttırdı. Sühan bir de gitti ki ne görsün? Müze kendisi için
İyilik nasıl bulaşıcı bir şey aslında. Umut da öyle. Birleştiriyor insanları.
Eğer 13 gün boyunca bir yavru köpeğin bir kuyudan çıkarılmasını bekliyorsa birileri, bundan daha gerçek bir ortak payda yok. Hayata inanmak için daha güçlü bir sebep de.
Dün uzun süren karanlığından çıkıp ışığa kavuşan Kuyu’nun hikâyesi, bizim de onunla beraber güneşli bir sabaha uyanmamıza neden oldu.
Adını çıktığı çukurdan alan Kuyu, üç aylık bir Kangal yavrusu. Bundan 13 gün önce Beykoz’da 30 santimetre çapında, 70 metre derinliğinde bir sondaj kuyusuna düştü. Sesine insanlar geldi. İşi bu olmayan, kurtarma çalışması için teçhizata, alet edevata değil ama vicdana sahip insanlar.
Akıllarına gelen her yöntemi denediler. Kafesler mi sarkıtmadılar, kancalarla sosisler mi... Kuyu’yu gelmeye ikna etmek için kullanılmadık yiyecek, oyuncak, koku kalmadı. Bir yandan ancak ölmeyeceği kadar yiyecek veriliyordu ki büyüyüp duvarlara sıkışmasın.
Günler, geceler geçti, zaman zaman AFAD paydos etti, onlar vazgeçmediler. Kuyu’nun düştüğü derin çukurdan endişeyle bakan gözlerini görmüşlerdi bir kere.
Uykular kaçıyordu beklerken. Bir kısmımız Beykoz’da kuyu başında, kalanımız evde bilgisayar karşısında bir şeye birlikte dertle
Ev’vel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkelerden birinde iki kız kardeş yaşarmış... Anneannelerinin sayfiyedeki evinin bahçesinde saklambaç oynayarak, ağaçlara tırmanarak geçen çocukluğun ardından iki zıt yöne gitmiş yolları. Biri evlenmiş, şehir hayatının hengâmesine kaptırmış kendisini, öteki zamanın adeta durduğu o çocukluk mahallesinde takılıp kalmış.
Gel zaman git zaman, iki kız kardeş anneannelerinin ölümüyle yeniden bir araya gelmişler. Çocukluklarının geçtiği o eski evde. Hem çok tanıdık, hem tamamen yabancı o mahallede. İkisinin de özlemi diğerinin hayatına. Şehre giden o artık iyice gözden düşmüş, banliyö treninin bile kalktığı semte, çocukluk hatıralarına dönmek isterken, diğeri ne varsa satıp savıp oradan kaçma derdinde. Bir yandan eskiden gelen travmaları, birbirleriyle ve hayatla dertleri, kapanmamış hesapları var. Anneanne evi demek, onların yeniden açılması demek.
Yalnız, bilmedikleri bir şey var; ‘kentsel dönüşüm’ zaten onlara karar hakkı bırakmayacak. Ne çocukluk anıları, ne mahalle arkadaşlığı tanımadan önüne kattığını sürükleyip götürecek. Zaten ortada hatırlanacak bir şey kalmayacak.
“Ev’vel Zaman” kalıbı, çocukken Kafdağı’nın ardından büyülü peri masallarını
Bu son dönemin popüler kalıplarından biri. Dili yeni öğrenen ya da uzun sure Türkiye’de bulunmadıktan sonra dönen birinin zannedeceği gibi zekaya olan özlemi yansıtmıyor.
“Keşke falanca daha akıllı olsa” değil yani amaç. Bu, bir tehdit. “O falanca aklını başına toplasın, yoksa fena olur” anlamına gelip ucu “Ben ona söylemiştim, günah benden gitti”ye varacak bir söylem.
En son kimden duyduk? Sabahattin Önkibar’ın ‘Devlet Bahçeli ve MHP İçin Her Şey’ kitabını yayınlayan Kırmızı Kedi Yayınları’nın camlarını taşlayan yüzü kar maskeli ülkücülerden.
Yayınevi sahibi onlardan ‘terörist’ diye söz ediyor ki evet, hoşunuza gitmeyen bir kitap yayınlandı diye cam çerçeve indirip tehditler savurmak bir terör saldırısıdır, fikirle mücadelenin yolu yine fikirdir. Yazdıklarına katılmıyorsanız “Sabahattin Önkibar akıllı olsun” diyeceğinize siz akıllı olup kitaptaki tezlerin aksini savunabilirsiniz örneğin.
Yok, yalanlar ve iftiralar varsa mahkemeye başvurabilirsiniz. Taşla sopayla saldırmak neyin nesi?
Ama tabii bu söz kalıbını ilk akıl eden kendisi değilse de meşhur eden, Yasin Hayal. “Orhan Pamuk akıllı olsun” kendisinin en özlü sözlerinden biri. Ne kastettiği de açık, “Hrant Dink cinayeti ona ders
Başlayacağı haberiyle başlaması arasında aylar geçen ‘Yıldızlar Şahidim’ dizisinin ekrana gelmesiyle bitişi dört haftaya sığdı. Dördüncü bölümde final yapıyorlar.
Türkiye’nin amansız televizyon sektörü için bile korkunç bir hız. Hikayenin başlamasına, kimin kim olduğunun anlaşılmasına bile fırsat tanınmadı. Bakıyorum ilk bölümden beri izleyen insanların tek derdi vardı, final de o yüzden tepkiyle karşılandı: Canan Ergüder ile Mesut Akusta gibi iki değerli oyuncu böyle bir çırpıda ‘harcanır’ mıydı? İzleyen onlar için izliyordu diziyi.
Acaba bu vesileyle şunu bir oturup düşünmek çok mu imkansız? Belki ekranlar gençlik dizilerine doymuştur? Belki 18-25 yaş grubu güzel insan hikayeleri döne döne anlatılacak kadar ilginç gelmiyordur izleyiciye? Hatta insanlar sırf genç ve güzel oldukları için iyi oyuncu olmuyorlardır ve seyirci bunu görüyordur?
Hani diyeceğim o ki, yapımcılar halk bunu istiyor zannederek ekranları üniversite kampüsüne çeviriyor, yanlarında da bir doz iyi oyuncu ekliyorlar ya, korkarım yetmiyor. Onun yerine Canan Ergüder ile Mesut Akusta’nın üzerine bir yetişkin hikayesi kurabilirdiniz belki. Aynı şey; gençlerinin arasındaki ilişkiler son derece ilginç, genç oyuncular da
Anladık artık, televizyonlarda reyting uğruna her şey mübah. O ‘her şey’in çıtası da yükseldikçe yükseliyor. Bir zamanlar insanların araba kazanacağım diye saatlerce uykusuz, aç susuz aynı pozisyonda durmasını izlerdik mesela. Bir dayanamayıp yere düşene kadar kalıyordu ‘oyunda’.
Diyorduk ki “Bu kadar da olmaz”.
Sonra baktık insanlar ailecek stüdyoya doluşuyor, babalar üç kuruş için olmadık şaklabanlıklar yapıyor, başarılı olamazsa çocukları tarafından ayıplanıyor. Oradan eve dönünce birbirlerinin yüzüne nasıl bakıyorlar belli değil.
Yine sandık ki görüp göreceğimiz en fena şey bu. “Bu kadar da olmaz”.
Derken yemek programları başladı. İnsanlar ‘yarışmacı arkadaşlarına’ sofralar kuruyor, mutfaktaki maharetlerini sergiliyor ve birlikte bir masa etrafına oturup yemek yiyorlar. Sonra o ‘arkadaşlar’ yedikleri yemeği ve aşçısını tabii, yerin dibine batırıyorlar. Yok pilavı lapa olmuş, o etin üzerine döktüğü sos yakışmış mı, belli ki hiç yemek bilgisi, görgüsü yokmuş, konuşuyorlar da konuşuyorlar.
Birisi sana yemek pişirmiş, karşılığında sen onu kötülüyorsun, en hafif tabirle utanç verici. Peki, efendi gibi “eline sağlık” deyip dönseler ne kaybedecekler? Reyting! Ne kadar