GEÇEN hafta dünyaya ve ülkesine karanlık ve umutsuz bir dönem yaşatan Bush ve onun etrafında toplanmış olan “neo konservatif” kadroların global stratejilerine göz atmıştık. Bu stratejilerin kaynağının Clinton öncesi Baba Bush döneminde Paul Wolfowitz ve ekibi tarafından hazırlandığını ve daha sonra Oğul Bush ile birlikte iktidara gelen bu ekibin, Amerika’nın karşısına Rusya gibi bir süper gücün çıkmasını engellemek için Amerikan silah “arsenal” inin tamamını kullanmaya hazır olduğunu görmüştük.
Bu ekip 21’ci yüzyılı Amerikan hegemonyasında bir yüzyıl yapmak için büyük bir çaba harcamıştı. Bush ve ekibi, Amerika’nın müttefiklerini ikna etmek yerine gerektiğinde tek başına ve karşı tarafın hücum etmesini beklemeden ilk darbeyi vurmaya hazırdılar. Global sorunların ve tehditlerin “çözümünde” askeri güçe ağırlık veren bir strateji uygulamışlardı. Ancak bu ekip tarih sahnesinden büyük acılar ve kan dolu bir dönemin sonunda çekilmek zorunda kalmışlardı.
Obama ise bu tek taraflı, konsensüs aramayan, stratejiyi terk edeceği vaadıyla iktidara gelmişti. Gerçekten de Obama, devraldığı sorunların ağırlığına ve karşı karşıya kaldığı büyük global ekonomik krize rağmen yepyeni bir global
ÜLKEMİZ ve dünyamızın gidişi ile ilgili yanlış fikirlere saplanıp kalmak istemiyorsak değişimleri doğru okumak zorundayız.
Eski kanılarımıza saplanmak, değişimleri okuyamamak bizi yanlış sonuçlara, yanlış davranışlara yönlendirir. Son zamanlarda ABD’nin yeni global stratejilerini görebiliyor muyuz? Bugün karşımızdaki ABD, hiçbir şüpheniz olmasın ki Bush ve onun etrafını sarmış neo konservatiflerin yönlendirdiği Amerika değil. “Amerika’da başkanlar değişir ama politikalar aynı kalır” diyen görüş doğru değildir.
Aynı kalan veya en azından daha yavaş değişen ülkelerin temel çıkarlarıdır. Ama o çıkarları sağlamak için uygulanan stratejiler değişen başkanların ve onun felsefesine uygun düşünen ekibinin elinde yeni baştan yoğrulur. Ve bir de bakmışsınız ki olaylara yepyeni bir yaklaşım sergileniyor.
Bush döneminin dünya stratejisini, Baba Bush döneminde ABD Savunma Bakanlığı’nda “Stratejiden Sorumlu Müsteşar Yardımcılığı” görevini yürüten Paul Wolfowitz ve ekibi kaleme almıştı. Bu ekip 21. Yüzyıl’da ABD’nin karşısına her ne pahasına olursa olsun Rusya’nın yerini alacak yeni bir Süper Güç’ün çıkmasının engellenmesini istiyordu. Bu ekibin Amerika için öngördüğü stratejiyi
İSRAİL, uluslararası sularda bir Türk gemisine saldırmıştır. Bu hiç bir şekilde mazur görülemeyecek, uluslararası hukuka tamamiyle aykırı bir harekettir. İsrail bu hareketi sonucunda cana ve mala verdiği zararı tazmin etmekle yükümlüdür. Sanırım öldürdüğü ve yaraladığı insanların ailelerine veya kendilerine tazminat ödemek zorunda kalacaktır.
İsrail’in, “Askerlerimiz kendilerini korumak için ateş ettiler” tezi de hukuken geçerli olamaz. Çünkü nefis müdafaası yapan, haksız yere hücuma uğrayan sivil gemideki insanlardır. Haksız bir hücumu gerçekleştiren ise İsraildir!
Bütün bunlar söylendikten sonra, madalyonun diğer tarafına da bakmak gerekir. Bu insani yardımı gönderen sivil örgütün ve hücuma uğrayan gemilerin bayrağını taşıdığı ülkelerin bu olayda basiretli hareket ettiklerini söylemeye de olanak yoktur.
1) Bu gemilerin İsrail tarafından durdurulup aranacağı belli idi. Bu durumda, örneğin; hükümetimiz bu aramanın bizim silahlı kuvvetlerimiz tarafından yapılmasını İsrail’e teklif edebilirdi. Ayrıca yolda bir ikmal yapılmasını önlemek için gemilere İsrail karasularına kadar bizim Deniz Kuvvetlerimiz tarafından refakat edilmesini ve gemilerde silah ve silah yapmaya uygun malzeme
BÖLÜCÜ örgüt PKK, yeniden faaliyetlerini artırdı. Ve yeniden gencecik çocuklarımızı anlamsız, ama gerçekten tamamen anlamsız, bir hırs uğruna kaybediyoruz!
PKK’nın ne istediği bilinmiyor. Türkiye’den kopmuş bağımsız bir Kürdistan mı istiyorlar? Bunu açıkça telaffuz etmiyorlar. Ancak Türkleri birtakım aslında tutarlığı olmayan konularla suçluyorlar. Bunlardan en önemli ikisine bir kere daha göz atalım:
1. “Türkler bize ayrımcılık yapıyorlar ”: Türkiye, birlikte yaşama kültürünü dünyada en ileri seviyede geliştirmiş bir ülkedir. Birbirini sevme ve kendinden ayırt etmemenin yakın geçmişimizde çok parlak örnekleri vardır. Bosna Hersek’te Sırplar, Boşnaklar’a “etnik temizlik” yaparlarken Boşnakların yardımına koşanlar sadece Boşnak kökenlilerimiz değil, Türk, Laz, Kürt, Çerkez hepimizdik. Aynı durum Çeçenistan’daki olaylaylarda bir kere daha yaşandı. Ya Saddam Kuzey Irak Kürtlerine saldırdığında ne yaptık? Sadece o mezalimden kaçan onbinlerce Kürt kardeşimize kapılarımızı açmakla kalmadık, bir taraftan PKK ile savaşırken bir taraftan bir taraftan Kuzey Iraklı Peşmergeleri de silahları ile birlikte kabul ettik. Bu dünyada görülmüş birşey değildir.
Son CHP kurultayı Tuncelili
TBMM inceleme komisyonunun maden kazaları ile ilgili hazırlamakta olduğu bir rapor olduğunu “Today’s Zaman” adlı yayından öğrendim. Today’s Zaman söz konusu raporu henüz yayınlanmadan elde etmiş ve içeriğini özetlemiş. Ben aşağıdaki bilgileri referans verdiğim bu kaynaktan naklediyorum.
Söz konusu rapora göre maden ocaklarında özel sektörde çalışan işçiler 1995 yılında 10.367 iken, bu rakam 2009 yılında 40.000 mertebesine yükselmiş. Bu yükselişe paralel olarak son iki yılda maden ocağı kazaları da zirve yapmış.
Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında madenlerde ölümcül kaza oranlarında açık ara ile birinci durumda. Avrupa’da maden ocaklarında ölümcül kaza oranı ortalama 0,0205 iken, Türkiye’nin oranı 0,0920. yani Avrupa ortalamasının dört katından fazla!
Avrupa’da Türkiye’den sonra en yüksek ölümcül kaza oranına sahip ikinci ülke Portekiz. Portekiz’de de ölümcül kaza oranı 0,0430. Bizim kaza oranımızın yarısından az! Yani Avrupa’da ölümcül kaza oranında bizden sonra gelen ikinci olan ülkeyi ikiye katlamışız!
Fiili kaza rakamlarına gelince. Rapor, 1941 yılından bu yana maden ocağı kazalarında canlarını kaybedenlerin sayısını 3.712 kişi olarak belirliyor. Yılda ortalama 247 kişi!
DEĞERLİ okurlarım, son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Bu olayda kimse bir “Brütüs” aramasın! Çünkü bu sefer “Sezar” intihar etti!
Deniz Baykal hiç şüphe yok ki Türk demokrasisine ciddi hizmetler vermiş bir parti başkanı idi. Mükemmel bir hatipti. Bu gizli çekilmiş bant ortaya çıkana kadar da yıldızı yeniden yükselmekteydi. Kendisini sevmeyenler bile onun dürüstlüğünden, yüksek ahlak prensiplerinden şüphe duymuyorlardı. Çünkü o da kendisini kamuoyuna öyle tanıtıyordu.
Ancak o bantın ortaya çıkmasından sonra tecrübeli bir politikacıda hayretler uyandıracak hataları peş peşe yaptı. Hiç şüphe yok ki o bantı çekip yayanlar ahlaksızca, edepsizce, aşağılıkça bir şey yapmışlardı. Deniz Baykal da bunu söyledi. Ama daha ötesinde sustu. İçerik gerçek miydi? Onu belirsiz bıraktı. Videodaki şahsın kendisi olmadığını söylemekten dikkatle kaçındı. Bana göre bu, videonun gerçek olduğunun kabulü idi. Sanırım büyük bir çoğunluk da öyle anlamıştır. Ama aradan günler geçip ortaya büyük destek alan bir genel başkan adayı, Kılıçdaroğlu, çıkınca avukatları vasıtası ile tuttuğu bir büronun hiç de güven uyandırmayan yetkilisi kanalı ile çekimdeki kişinin kendisi olmadığını söyletti. Ama
HER kim Deniz Baykal’a bu hayasız komployu kurdu ise şimdi saçını başını yoluyordur. Neden?
Çünkü Türk demokrasisini gerçek bir muhalefetten yoksun bırakarak dejenere etmek, sadece CHP’yi değil Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını da yıpratarak Türkiye’yi zayıf ve çaresiz bırakmak planları geri tepti.
Benim tanıdığım Kılıçdaroğlu, CHP’ye yepyeni bir güç, yep yeni bir ruh verecek “kişilik yapısına” sahiptir. Cumhuriyet Halk Partisi uzun bir süreden sonra yeniden “halkın partisi” olma fırsatına kavuşmuştur. Öyle sanıyorum ki bu “Yeni Parti”, hamasi nutuklar yerine muhalefette iken de halka hizmet edilebileceğinin örneklerini verecek; iktidarı en etkili bir biçimde denetleyecek, kısa sürede bir iktidar alternatifi haline gelebilecektir.
Her demokraside etkin, rasyonel, çalışkan bir muhalefetin varlığı aslında iktidar partisi için de yararlı olur. “Rekabet”, rekabetin tarafları için daima bir “gençlik ve enerji aşısıdır”! Şimdi bizde de herkes halkın gerçek ihtiyaçlarına eğilmek için daha büyük çaba harcayacaktır. Diğer taraftan güçlü bir muhalefetin varlığı, iktidar partisine kendi içindeki fikirler yelpazesinin radikal uçlarından gelen aşırı isteklere direnme gücü ve dayanağı
SEVGİLİ Tekin Ağabey,
Seni kaybettiğimizi bir süre dinlenmeye gittiğim yerde duydum!.. Demek sen de nihayet her faninin Ulu Allah ile buluşacağı o “Ebediler Dünyası” na göç ettin. Şimdi çocukluklarımızı anımsıyorum. Baban Hamit Amca ile benim babam Cavit Nail Kubalı hukuk fakültesinden sınıf arkadaşı, can dosttular. Bizim İzmir’de oturduğumuz 1945 -1952 yılları arasında sıkça görüşürdük. Sizler bizim ağabeylerimizdiniz. Alt tarafı 11 -12 yaş fark; çok da değilmiş ama biz sizi çok büyük ağabeyler olarak görürdük. Gıptayla izlerdik. Özenirdik.
Sonra biz İstanbul’a döndük. Babam emekli olmuş, ben de ilk okulu bitirmiştim o yıl. Ve uzun bir dönem görüşemedik. Yıllar sonra Amerika dönüşü tekrar İzmir’e taşındık. Bu defa ben evlenmiş, çocuk sahibi olmuştum. 30’lu yaşların başı! Sen ise 40’lı yaşlarda, yakışıklı bir işadamı. Ticaret odasının bir toplantısında karşılaşmış, sım sıkı sarılmıştık birbirimize. Henüz Ticaret Odası’nda meclis başkanı olmuş muydun hatırlamıyorum. Galiba hemen o yıllarda Dündar Ağabey ile bir ikili oluşturmuştunuz. Efsane ikili!
Babalarımız, Dündar Ağabey’in babası ile de dosttu. Şefik Soyer, bizlerin Şefik Amcası! Belki sen Şefik Ağabey diyordun bilmiyorum.