HİÇ şüphe yok ki internete düşen görüntüler sonuçta Baykal’ın ve CHP’nin gücünü zayıflatıp, referandumda muhalefetin yenik düşmesini amaçlıyor. 8 yıl önce çekilmiş bir video’nun bu gün servis edilmesinin başka hiç bir izahı yoktur. Eğer bu bir parti içi çekişme olsaydı 8 yıl bekletilmezdi. CHP’nin yenik düştüğü son seçimlerden sonra servis edilirdi.
Bu alçakça düzeni kim kurgulamıştır? Bunun da ortaya çıkacağını düşünmüyorum. Belki bir günah keçisi, videonun internette yayınlanmasında araç olarak kullanılan bir ya da birkaç zavallı yakalanabilecektir. Ama gerçek suçlular asla!
Konuya etik yönden yaklaşacak olursak, bu olay hiç şüphesiz ki özel hayata alçakça bir saldırıdır. Kemer altına indirilmiş haksız bir yumruktur. Böylesine bir mücadele kalleşliktir, hayasızlıktır, edepsizliktir. Bütün bunlar doğru. Ama herşeye rağmen bu görüntülerdeki şahıs bir dublör değil de Baykal ise, bir ülkeyi yönetmeye talip olan bir liderde böylesine bir davranış hatası da ciddi bir kusurdur.
Kusurdur ama şunu da iyi anlamalıyız ki hemen tüm liderlerin ortak vasıflarından biri de kanlarındaki testestron seviyesinin ortalamaların üzerinde olduğudur. Liderlik vasıflarından biri olan “cesaret” bu
Değerli okurlarım, geçen yazımda Ahmet Altan’ın bir makalesinde Atatürk’e karşı yaptığı mantık ve muhakeme süzgecinden geçmemiş suçlamalar üzerinde durmuştum.
Ahmet Altan, Mustafa Kemal’i adeta kaprisli bir çocuk gibi hayalindeki Selanik’i Türkiye’de yaratmaya çalışan sığ düşünceli bir diktatör olarak yorumluyor ve şöyle diyordu,
“Sanırım bütün diktatörlerin düştüğü hataya düşüyordu. İstediği şeyin iyi olduğuna inanıyordu ve önerdiği iyiliğin kabul edilmemesine sinirleniyordu.... Bu Selanikleşme hareketine Atatürk ilke ve inkılapları adı takıldı ve bunlara uymayanlar devlet düşmanı ilan edildi.”
Ben de geçen yazımda Atatürk döneminin ekonomik programının çağdaş “Ekonomik Kalkınma” modellerinin “İnsan Odaklılık”, “Göreceli Üstünlük”, “Altyapıya Öncelik” gibi en temel ögelerine sahip fevkalade derinliği olan bir kalkınma modeli olduğunu anlatmıştım. Bu “Selanik Sığlığı” nın Atatürk’ün İlke ve İnkılaplarında değil, onlara bakan gözlerin ardındaki beyinlerde olduğunu anlatmaya çalışmıştım.
Bu gün ise Atatürk’e yakıştırdığı diktatörlük suçlaması üzerinde durmak istiyorum. Salı günkü yazımda ifade ettiğim gibi “Atatürk ilke ve inkılapları” temelde Türkiye’nin insan kaynağının
BİR yakınım Ahmet Altan’ın “Büyük Selanik” adlı geçen Eylül’de yayınlanmış bir yazısını göndermiş. Atatürk için söylediklerine üzüldüm! Ama ülkemizde yeni moda, tüm dünyanın bir dahi olduğunda mutabık olduğu Atatürk’e vurmak! Ahmet bey hep aykırı modalara öncülük etmek ister. Herhalde kendini böyle okuttuğunu düşünür! Yazıda beni asıl şaşırtan, dinmez bir Atatürk ve “Atatürkçü” nefretinin bu okumuş yazmış insanı nasıl böylesine rasyonalitenin, muhakemenin, hatta düz mantığın dışına taşıyabilmiş olmasıdır. Atatürk’ten söz ediyor:
“Okuduklarımdan anlayabildiğim kadarıyla iki büyük tutkusu vardı. Birincisi lider olmak. kincisi de, ta gençliğinden beri söylediği gibi Osmanlı’nın diğer topraklarından vazgeçip Anadolu’da büyük bir Selanik yaratmak. Güzel kadınlar, şık beyler, balolar, danslar, temiz evler, çiçekli bahçeler, köylerde vals çalan orkestralar, kahve ve konyak kokan cafeler, beyaz örtülü lokantalar... Sanırım bütün diktatörlerin düştüğü hataya düşüyordu. İstediği şeyin iyi olduğuna inanıyordu ve önerdiği iyiliğin kabul edilmemesine sinirleniyordu. Zorla şapka giydirdi, zorla Batı müziği dinlettirdi, zorla dans ettirdi... Bu Selanikleşme hareketine Atatürk ilke ve
SON günlerde basınımızda ve dış kaynaklı haberlerde TL ve TL ile satılan kağıtların iyi yatırım fırsatları doğurmakta olduğu pompalanıyordu. Yani TL’nin değerinin artacağı müjde(!)leniyordu.....
Aslında astronomik boyutlara erişmiş bulunan uluslararası spekülatif fonlar, ileriye yönelik kısa vadeli tahminleri kökten olanaksız kılıyor. Piyasalar, ekonominin gerçek verilerinden değil, daha çok paniklerden ve spekülatif manipülasyonlardan etkileniyor. İşte bu türden haberler de bu maniplasyonların etkili bir aracı!...
Bugün dünya borsalarında, günde birkaç “Trilyon Dolar” boyutlarına ulaşan bu spekülatif alışveriş olmasa, tüm döviz ve yerli para birimlerinin fiyatlarını ülkeler arasındaki ticaret belirleyecek idi. Örneğin, ithalat ihracatı geçip, Dolar ihtiyacı dolar kazancını aşınca da dolar fiyatları yükselecek, yerli paranın değeri düşecek idi.
Ama bu, kendini dengeleyen bir seri gelişmeyi de tetikleyecek idi. Dolar fiyatlarının yükselmesi ithal ürünlerinin fiyatlarını yükseltip, ihracatı ucuzlatacaktı. Böylece hem dış ticaret dış hem de döviz ve yerli paranın karşılıklı değerleri dengelenecek idi...
Ama bu gün, spekülasyon ve manipülasyon amacı ile ülkeden ülkeye, piyasadan
İZMİR’DE, aramızda gerçek bir dünya insanı yaşıyor. Prof. Dr. Tuğrul Pırnar... Yaşamının 50 yılı aşkın bir bölümünü insanlığın hizmetine vermiş bir tıp adamı Prof. Dr. Pırnar... Hacettepe ve Biklent’te rektörlükler yapmış. Dünyanın en önde gelen üniversitelerinde öğretim görevliliği, başkanlıklar, takdirler, Dünya Sağlık Örgütü’nde Araştırma Direktörlüğü... Bir Türk’ün o zamana kadar geldiği en üst görev...
Prof. Dr. Pırnar, geçtiğimiz günlerde “Baba-oğul anıları” adı altında üç ciltlik bir eserde babasının ve kendisinin anılarını yayınladı. Tabii bu üç ciltlik eseri burada anlatmama olanak yok.
Ama içinde Prof. Dr. Tuğrul Pırnar’ın başından 1998’de Selanik’te geçen öyle bir olay var ki hepimiz için adeta ibret dersi... Pırnar’ın anılarından atlaya atlaya alıntılarla naklediyorum:
“Tatlı nostaljik duygular içinde geçmesi beklenen ‘11th Panhellenic Congress of Radiology’ (11’nci Panhelenik Radyoloji Kongresi) tam bir feleket oldu. Kongre, Aristo Üniversitesi’nin devasa boyutlardaki ana toplantı salonunda yapıldı...
Sunucu, Tarih Bölümü Başkanı Profesör XXX’in ‘Selanik Tarihi’ konusunda konferans vereceğini söyledi. Çok yaşlı bir Yunan tarih profesörü sahneye çıktı...
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan gündeme yeni bir konu attı. “Benim kalbimde yatan aslında başkanlık sistemidir!”
Peki bu başkanlık sistemi ne menem şeydir?
Literatür başkanlık sistemini başkanın, yani yürütme erkinin başının, aynen parlamento gibi halk tarafından “belirli bir süre için” seçilmesi olarak tanımlıyor. Başkanlık sistemlerinde başkan kendi bakanlar kurulunu atamaktadır. Parlamento başkan tarafından atanan bakanlar üzerinde sadece onama ya da red yetkisine sahip olmaktadır.
Sistemde gerek başkan, gerekse parlamento doğrudan halk tarafından seçildiğinden, yürütme ile yasama arasında adeta bir güç dengesi bulunmaktadır. Parlamento (yasama erki) hiç şüphesiz hala başkanı (yürütmeyi) denetleme ve gerektiğinde mahkemeye sevketme ve görevden de alma yetkisine sahiptir. Ancak parlamentonun yasa yapma yetkisi, bu yürütmeyi denetleme yetkisinin oldukça önünde yer almaktadır. Neticede parlamento başkanı seçmemiş, başkan doğrudan halk tarafından seçilmiştir. Bu sistemin demokratik bir sistem olarak devamının sigortası, başkanın önceden belirlenmiş bir süre için seçilmesi ve yasalarla belirlenen bu sürenin uzatılamamasıdır.
Buna karşılık parlamenter rejimlerde başbakan ve
4 NİSAN tarihli yazımda Türk tezlerini destekleyen eserler vermiş yabancı yazarlardan bazılarını saymıştım. Bu gün size Georgios Nakratzas’ın inanılmaz bir tarafsızlıkla ele aldığı Yunan mezaliminden bahsetmek istiyorum. Bu konuda 15 Haziran 2003’te kaleme aldığım bir köşe yazımı burada tekrarlıyorum:
“Bundan yirmi yıl kadar önce ulusal kimliğimize ilişkin konular üzerinde yazmaya basladığım zaman, amacım ve iddiam, tek ulus, tek soy, tek din üçlemesiyle dile getirilen ulusal ideolojimizi yeniden belirlemekti. Kesinlikle gerekliydi bu.”
Yukardaki sözler Dr. Georgios Nakratzas’ın “Anadolu ve göçmenlerin kökeni: 1922 Emperyalist Yunan Politikasi ve Anadolu Felaketi” adlı eserinin ön sözünden alınma. Dr. Nakratzas, Yunanlı bir bilim adamı ve yazar. Kendi ülkesini, bir bilim adamının tavizsiz dürüstlüğü ile eleştiriyor. Bundan iki yıl kadar evvel de Yunan Kültür Bakanı Evangelos Venizelos, Yunanistan Cumhurbaşkanı’na, 15 Eylül tarihini Türkler’in Anadolu’da Yunanlıları soykırıma uğratmalarını anma günü ilan eden bir “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” taslağı gönderdiğinde, Venizelos’a hitaben bir açık mektup yayınlamıştı. Mektup uzun ama bazı bölümlerini buraya almak istiyorum:
“Kültür
MEHMET Refik Soyer, İzmir’in gerçek sanat ve kültür misyonerlerinden biri. Bunu akrabam ve hemşehrim olduğu için söylemiyorum. Sevgili Mehmet gerçekten olağan üstü zor ve külfetli ama o derece de kıymetli ve yararlı bir misyonu omuzlamış götürüyor.
Ne devletten bir yardım bekliyor, ne bir takdir ve teşekkür talebi var! Doğrusu yaptığı hizmetin anlaşılıyor olup olmamasına pek büyük önem verdiğini de tahmin etmiyorum. O bir inanç adamı! İnandığı bu davayı sırf bu davaya olan inancı dolayısı ile sırtlamış yolunda yürüyor. Yanında sevgili kızı Nilüfer, bu kültür ve sanat davasına inanmış bir avuç yoldaşı ile kolkola girmiş. Ben birlikte çalıştığı arkadaşlarının hepsinin ismini bilmiyorum. Ama eski Cumhuriyet gazetesi yıllarından tanıdığım Barış Kudar da bu idealist çaba içinde kendine bir anlam bulmuş!
Doğrusu bütün bu söylediklerim üzerinde Mehmet Soyer ile tek bir kelime konuşmadım. Ben sadece gördüklerimi yazıyorum. Kendisini kutladığım, İzmir için ne büyük bir hizmet ürettiklerini söylediğim zaman o sadece, tevazu ile “Birşeyler yapmaya çabalıyoruz” diyor, o kadar!
Halbuki Mehmet Soyer çok az insanın göze alacağı bir özveri yapıyor davası uğruna. Artık şehir içinde kalan,