Dünyadaki en büyük keyiflerden biri herhalde Boğaz'a nazır bir manzarada balık yemek. Ama maalesef yemek her zaman güzel olmuyor. Manza- rası muhteşem olan lokantaların pek çoğu nasıl olsa müşteri geliyor diye yemeğe gerekli özeni göstermiyor.
Bu durum sadece bizde değil, dünyanın her yerinde böyle. Ben yurtdışında iken genel kural olarak deniz kıyısındaki lokantaları tercih etmem çünkü bu lokantaların pek çoğu turistik ve pahalı oluyor. Buna karşılık kıyı kasabalarının denize manzaralı olmayan iç kesimlerindeki balık lokantalarında genellikle daha iyi ve ucuza yeniyor.
Kısacası hiç beklenmedik yerlerde ve mekanlarda muhteşem deniz ürünleri bulmak mümkün.
Ankara’daki Kalbur lokantasında olduğu gibi.
Galatasaray perşembe günü Atletico Madrid’le oynayacak. Bana kalırsa Madrid Avrupa’da en iyi yemek yenen şehirlerden biri. Maçı izlemeye gidecekler için birkaç önerim var
Galatasaray sezonu erken açtı, erken forma girdi ve gayet doğal olarak ilk yarının sonlarına doğru biraz zorlandı. Bunu Rijkaard elbette öngörüyordu ve sezon başından itibaren rotasyona gidip olası hasarları en aza indirmek istedi. Onu eleştirenler bu gerçeği ya görmedi ya da görmek istemedi.
Maalesef bizde futbol yorumcularının çoğunluğu ciddi analizden çok, önyargıları pekiştiriyor ve sonuca göre değerlendirme yapıyorlar (İbrahim Altınsay, Rıdvan Dilmen, Ömer Üründül ve başka birkaç yazarı çok beğeniyorum ama onlar azınlıkta kalıyor). Bu durumda da zaten çoğu duygusal olan Türk futbolcusu gereksiz şekilde yazılanlardan etkileniyor ve oyun disiplininden uzaklaşabiliyor. İnşallah perşembe günkü Atletico Madrid maçında futbolcularımız soğukkanlılığını korur ve iyi bir sonuçla İstanbul’a döneriz.
Gördüğüm kadarı ile Cim Bom yaratıcı futbol oynuyor ama orta sahamızın oyun kurma becerisi istenilen noktada değil. Sert basan ve kanatları iyi kapatan takımlar karşısında zorlanıyoruz. Umarım bu zaaflar kısa
Ankara’da kuzu eti ile ünlü bir lokantada yemek yiyorum. “Biz sadece süt kuzusu kullanırız. Memleketten gelir”, diyor garson. Kuzunun pirzolasına, gerdanına bakarsanız rahatlıkla bir 16-18 kilo var. Belki daha da fazla.
İçimden “Sizin oraların koyunları fil büyüklüğünde midir ki, süt kuzuları maşallah dana gibiler”, demek geçiyor ama kendimi tutuyorum.
Büyük ihtimalle garson kendisine ne öğretilmişse onu tekrarlıyor. Belki kendisi ‘koktuğu için’ kuzu yemez. Bunun istatistiği var mı bilmem ama bizim milletin yüzde ellisinin kuzu-koyun ağzına götürmediğini tahmin ediyorum. Öte yandan kuzu yemeklerimizle pek övünürüz. İşin doğrusu şu ki artık Trakya’dan gelen kuzuların hemen hepsi besi kuzusu. Kıvırcık nesli tükenmiş durumda. Bırakın süt kuzusunu, 10-12 kiloluk kuzu bulmak bile imkansız gibi lokantalarda ve kasaplarda. Bir yandan fiyatlar artıyor, bir yandan kalite düşüyor. Sanırım bu durumda biraz böbürlenmeyi bırakıp etrafta neler olup bittiğine bakmakta yarar var.
Birçok Avrupa ülkesinde çok iyi kuzu yeniyor.
Ama bu işin piri İspanya.
En iyi şarapların da çıktığı Ribera del Duero denen ve Madrid’in iki saat kuzeyinde olan bölge İspanya’da özellikle kuzuları ile
Tarihi Karaköy Balıkçısı-Grifin’de mezeler insanın önüne azar azar geliyor. Böylece dayak yer gibi bir saatte yiyip kalkmıyorsunuz. Nefis manzara ve geri planda çalan güzel müziğin keyfini çıkarabiliyorsunuz. Ayrıca bilin ki lakerda, İstanbul’da yani dünyada, bulacağınız en iyi lakerdalardan biri
Aman Allah’ım. O ne karizma öyle! Bu lokantanın sahibi ve perşembe pazarının demirbaşlarından Hakan Özkaraman beyden bahsediyorum. Bir insanın varlığı ile yokluğu ancak bu kadar fark eder. Rahmetli anneannem Fariha Keşmir hanımefendi öyle biriydi. 85 yaşındayken bile bir salona girdiği an hemen fark edilir ve herkes kendine bir çeki düzen verirdi. Ona saygı gösterilmesi için ağzını açması gerekmezdi. Sokakta bindiği taksi şoföründen, rahmetli Vehbi Koç’a kadar geniş bir yelpaze diliminde herkesten saygı görür ve istekleri, dilekleri, hemen yerine getirilirdi. Aynı şeytan tüyü sevgili Hakan beyde de var.
Lokantasından adımını atar atmaz her şey hemencecik değişiveriyor. Onu tanımayan turistler bile içeriye adımını atan orta boylu, orta yaşlı, orta siklet, güler yüzlü ve mavi gözlü insanın hiç de ortalama biri olmadığını hemen fark ediyorlar. Masalarda sohbet anında
Geçen haftaki yazımda şarap konusunda bilgisini artırmak isteyen ama herhangi bir şarap kursuna gidecek vakti ya da nakti olmayan okuyucularıma bu işi kendi kendilerine nasıl yapabileceklerini anlatmıştım.
Bu bağlamda aşağı yukarı aynı bilgi düzeyinde ve hepsi bu işe hevesli arkadaş-dost gruplarını bir araya gelirlerse tadım grupları kurmaları gerektiğini söylemiştim.
Tabii tadım kör tadım olacak. Bunun nasıl yapılacağını detayları ile açıkladım.
Bu tip bir tadımda tabii şarapları, ne olduklarını bilmeden, tek tek değerlendireceksiniz.
Müzedechanga’da malzeme ile ilgili bazı sıkıntılar olsa da çıkarken ödediğimiz paranın karşılığını aldığımızı düşündük. Özellikle şarap fiyatları konusunda benzer lokantalara göre çok insaflı
Bu lokantanın sahip ve işletmecilerine bir tüketici olarak teşekkür etmek isterim. Üç nedenle.
Birincisi şarap listelerinde münhasır sistemi uygulamadıkları yani listelerinde bir değil, birçok üreticinin şarabını bulundurdukları için.
Ülkemizde şarap seçenekleri son derece sınırlı. İtalya gibi bir ülkede aşağı yukarı
30 bin üretici ve 100 bin değişik marka varken bizde üreticilerin toplamı 40’ı bulmaz. Mostralık olarak tek tük gelen kaliteli ama aşağı yukarı ortalama bir ev kirası fiyatındakileri saymazsanız, ithal şaraplar da yurtdışında benim daha çok yemekte kullanacağım düzeyde şaraplar.
Özellikle genç okuyucularım şarap konusunda bana hep aynı soruyu soruyorlar: “Biz de sizin gibi şarap uzmanı olmak istiyoruz. Ne yapmamız lazım? Hangi şarapları satın alalım? İşe nereden başlayalım?”
İşin ‘şarap uzmanı’ kısmını bir tarafa bırakalım. Bu konuda kırılması gereken çok mitos var ülkemizde.
Genellikle son derece kuru cevaplar veriyorum bu okuyuculara. “Bu iş zor, ülkemizde maalesef şarap çeşidi çok az, kendi kendinize bu iş zor”, falan gibi bir şeyler geveliyorum.
Öte yandan bu tip mesajlar beni bu konuda kafa yormaya teşvik etti.
Geçen hafta kısaca bahsettiğim Alice Waters, ABD restoran sektöründe post-modern devrimi başlatan kişidir. Onun lokantası Chez Panisse de bence ülkesinin en iyi lokantasıdır
Kaliforniya Berkeley yıllarımda en büyük eğlencelerimden biriydi. Bu zevk şimdi de, ailevi bağlantılardan dolayı bu bölgeye geldiğimde devam ediyor.
Tam 30 gün önce Chez Panisse lokantasına üç rezervasyon yaparım: Pazartesi, cuma ve cumartesi.
Niye mi 30 gün? Çünkü daha önce kabul etmezler. Gideceğiniz tarihten
29 gün önce ararsanız da yer kalmaz.
En iyi ihtimalle yedek listeye girersiniz.