Dağlık bölgelerde ortalama ömür deniz kenarında yaşayanlardan daha yüksekmiş.
Bundan çıkardığım sonuç rutubetin bizlere yaramadığı. Birde işin besin tarafı var.
Normal olarak denize yakın yaşayanların bol deniz ürünü tükettiği ve bunun yararlı olduğu düşünülür.
Bizde durum farklı.
Jean Marc Boyer, bence dünyanın en iyi klasik Fransız mutfağı lokantası olan l’Ambroisie’de uzun süre sous-chef’lik yapmış. Aslen Languedoclu. Çok değişmiş burası eskiye göre. Artık çok iyi lokantalar da var, çok iyi şaraplar da
Languedoc-Roussillon, Fransa’nın güney batısında, İspanya’yla (Katalunya) sınırı olan bir bölge. Ülkenin diğer bölgelerine göre görece geri kalmış. Uzun süre ülkenin en kötü ve ucuz şarapları bu bölgede üretilmiş. Bu hâlâ devam ediyor. Ama çok şey değişmiş son 15-20 senede Languedoc’ta.
Artık çok iyi lokantalar da var, çok iyi şaraplar da.
Ayrıca bölge kırsal karakterini koruduğu ve Carcassonne gibi Ortaçağ’dan bu yana pek değişmemiş kentlere sahip olduğu için çok çekici. Otoyoldan ayrılıp kırsal alandaki dar yollara saptıkça adeta başka bir yüzyıla taşınmış ve empresiyonist ressamların dünyasına girmiş gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Jean Marc Boyer de, doğduğu bölgeye geri dönünce minicik bir köyde kurmuş tezgahını. Lastours Köyü. Lokantanın adı Le Puits Du Tresor. Köy dediysem, bizdeki köyler gelmesin aklınıza. Yeniköy de gelmesin. Vadinin içinde, değirmenli, şatolu, basit ve evlerinin hepsi taş olan minik ve sevimli
bir köy.
Haziran ortasında başlayacak NTV Yeşil Ekran çekimleri için İzmir ve civarında bir haftadan çok zaman harcadım.
Özel işlerim için çekimlerden iki gün önce İzmir’e geldim ve Key Otel’de kaldım.
İkinci günün sonunda NTV’deki programın yapımcısı Nurcan Hanım’ı aradım: “Lütfen beni bu otelden ayırmayın. Burada mutluyum” dedim.
Sağolsunlar beni kırmadılar.
10 günün sonunda fikrim daha da pekişti.
Eğer ülkemize kaliteli turist çekmek istiyorsak bu tip otellere ihtiyacımız var. Sayıları çoğalmalı.
Geçen haftaki yazılarımda Provence’deki üç günlük tatilimizin izlenimlerini ve gittiğimiz lokantaları anlattım. En iyisini de sona bıraktım
L’Isle Sur La Sorgue kasabasındaki Vivier, Michelin yıldızlı bir lokanta ama fiyatlar son derece makul. Öğle yemeğinde üç öğün mönü 30 euro, akşamsa 50 euro. Öğle yemeğinin bir diğer avantajı da teras. Lokanta dışarıdan bakıldığında hiç de cazip bir yerde değil. Bir süpermarketin hemen ötesinde ve şehrin sanayi bölgesinde. Ama muhteşem bir terasları var ve buraya oturduğunuzda başınızdan akıp giden Sorgue Nehri’yle kucaklaşmış gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Hem ortam hem yemekler iyi
Nehirde tembel tembel gruplar halinde yuzen ördekler, kıyıda açmış çiçekler... Monet burada yaşasaydı kesinlikle bir tablosuna konu olurdu. “Bu cennet gibi ortamda yemekler çok iyi olmasa da insan mutlu olur” diye düşünürken önüme tadım tabağı geliyor. Çok iri zar şeklinde kesilip marine edilmiş ve kömür ateşinde bir dakika pişmiş yöresel somon balığı çok lezzetli.
Güney Fransa, Fransızların değil de bizim olsa neye benzerdi Provence denen bölge?
Diyelim ki 2. Viyana kuşatmasını biz kazandık. Farzedelim ki Güney Fransa Fransızların değil de bizim. Neye benzerdi bugün Provence denen bölge? Aklıma ilk gelenler: 1. Burada her taraf yeşillik ve orman. Biz evvel Allah pek yeşillik bırakmazdık. Orman yangınları bu tepeleri cascavlak bırakırdı ve kimin ne amaçla bu yangınları çıkardığı konusunda etrafta devamlı söylentiler dolaşırdı.
2. Etrafta sadece tepelere kurulmuş ve en fazla iki katlı taş evlerden kurulu köyler var. Bizler en devasa buldozerler ile etraftaki ağaçları temizledikten sonra buralarda 500 kooperatif kurardık. Bunlar “Ben daha çirkin konaklar dikeceğim”, “Hayır benimki doğaya en uyumsuz olacak diye” birbirleri ile yarışırlardı. Bu kooperatiflerin ortak alanlarını dünyanın en edepsiz taşra kafalı insanlari işgal eder ve kibar insanlar zorbalar ile uğraşmak yerine evlerine kapanıp TV seyrederlerdi.
3. Buralarda öyle hayvani gökdelen gibi çirkin ve 5++ yıldızlı oteller yok. Yok çünkü izin yok. Bizde olsa göklerde devamlı helikopterler dolaşır ve içlerinde etkili ve yetkilileri nasıl kafa kola almaları gerektiğini çok
‘A Year in Provence/Provence’de Bir Yıl’, Peter Mayle’in ünlü seyahat kitabı. Yayımlanalı çeyrek yüzyılı geçti ama kitapta anlatılan Provence’le bugünkü Provence arasında tek fark, aradan geçen zaman herhalde.
Kentsel yapılaşmanın bir kültürün özünü ve insanların ruhunu yansıttığı doğru herhalde. Ama belki daha da önemli olan, kırsal alanlar, insan ve doğa ilişkisi. Ülkemizde sevimli, otantik, çirkin ya da Disneyland misali yapılaşmaya yenik düşmeyen köy ve kasaba kaldı mı acaba?
Gerçekten bir köy
Provence denen ve Fransa’nın Marsilya kentinin kuzeyindeki geniş alanı kapsayan efsanevi bölgedeyse bir tek çirkin köy veya kasaba bulmak mümkün değil. Ben ailemle Provence’in Luberon denen alt bölgesinde kalıyorum, Bonnieux köyünde. Kaldığım yere butik otel desem yanlış olur. Daha çok bir köy evi, üç katlı bir taş ev. Arazi geniş. Gece gözümü kapadığımda 30 metre ileride tembel tembel akıp giden çayın sesini dinliyorum. Sabah uyandığımda pencereyi açıp yaban kekiği ve diğer otların kokusunu içime çekiyorum.
Auberge de L’Aiguebrun burası. Etrafı yemyeşil tepelerle çevrili bir ovada, belki 10 dönümlük bir araziye kurulmuş. İki kişinin gecede 100 euro’ya kalacağı
‘Hangi yemekle hangi şarap?’ serisine etlerle devam ediyoruz...
Et ve şarap denince akla ilk olarak mangalda pişmiş güzel bir dana biftek geliyor. Yanında da Cabernet Sauvignon, Merlot, Syrah gibi bir şarap ya da bunların karmaları.
Benim burada ilk yazımda da belirttiğim küçük bir itirazım var.
Ben bu tip etleri orta-az pişmiş ve deniz tuzu ile lezzetlendirilmiş seviyorum.
Biftek ağır gövdeli bir yiyecek. Gövdeli-yoğun bir şaraba ihtiyacı var.
Burası doğru.
İtalya’nın Lombardiya Bölgesi’ndeki bu lokantada, her şey çok lezzetli. Ev yapımı turşudan çorbalara, risotto’dan peynirlere kadar damakları şenlendirecek pek çok seçenek var
“Bavulda yer bulabilecek miyiz?” diye soruyorum hanıma. “Bilmem, inşallah. Olmazsa bir el çantası alırız” cevabını veriyor. Ne yaptık, alışveriş mi? Yoo. Sadece lokantada yemek yedik. Sonra? Sonra ben onları tebrik ettim, bu kadar güzel salam ve peynir sundukları, şarap listeleri harika olduğu için. Tabii tarzanca konuşarak. Çünkü onlar İtalyanca, ben Fransızca konuştum. Ama İtalyanlar lisan konusunda İspanyollardan farklı, leb demeden leblebiyi anlıyorlar.
Onlar da beni kavlarına indirdi. Hep biyo-dinamik üreticilerin şarapları var. Örneğin çok nadir bulunan bir Barolo ‘Cannubi’ (en iyi bağlardan biri), üreticisi Aurelio Settimo. Piemonte’de bile zor bulursunuz bu şarabı. İtalya’nın en iyi şaraplarından biri sadece 46 euro. Bizde henüz rüştünü ispat etmemiş bazı yerli şarapların lüks lokantalarda 300-400 TL’ye satıldığını düşünürseniz oturup ağlarsınız!
Kahve için ideal partnerler
Kavın bir köşesinde salam ve peynirleri yıllandırıyorlar. Rutubet, şart. Sonra el sıkıştık ve lokantanın önündeki