Galatasaray’ı bu sene diğer sezonlardan farklı kılan bazı önemli özellikleri var. Şimdi bu zincirin halkalarını konuşalım.
Fatih Terim TT Arena’daki ilk Fenerbahçe maçından bu yana çift forvetle oynatıyor takımını ve bu iki oyuncu da savunmanın top yapmasına izin vermiyor. Elmander’in Bilica’dan nasıl top kaptığını ve bunun gole dönüştüğünü hatırlamada fayda var.
Ancak Galatasaray her maça rakibe alanında basarak, onun daha oyuna ısınmasına izin vermeden başlıyor ve genellikle de golü erken buluyor.
Bir diğer artı özelliği; duran top kullanımında kendisini ortaya koyuyor.
Galatasaray’da Hagi’den sonra neredeyse duran top kullanacak oyuncu eksikliği yaşanıyordu. Ne bir korner ne de rakip ceza alanı etrafında kazanılmış atışlardan pozisyon üretilemiyordu. Oysa Selçuk İnan faktörü bunu oldukça değiştirdi. Üstelik bu oyuncunun topu direkt olarak kaleye gönderdiği toplarda isabet oranı oldukça yükseldi.
Bu sene başında yapılan transferlerin en kritiği Melo oldu.
Birinci Fatih Terim döneminde orta alandaki futbolcu karakteri ve özelliklerini çok iyi hatırlıyoruz; onlardan bir tanesi bugün Fenerbahçe forması giyiyor.
Melo, zamanında Okan-Emre-Suat’ın doldurduğu alanı ner
Çok talihsiz bir sezonun sonunda az bir puan farkıyla kaçırılan şampiyonluğun da etkisiyle Fenerbahçe’nin çiçeği burnunda başkanı Aziz Yıldırım 1999 yılında Joachim Löw’ün görevine son vererek teknik direktörlüğe Rıdvan Dilmen’i getirecektir.
Bu tercihin gerisinde yatan şey Aziz Yıldırım’ın, yıllardır tüm Fenerbahçelilerin beklediği, istediği şeyi yerine getirme hayaliydi; takımın başına Fenerbahçe içinden çıkmış bir spor adamını geçmesini sağlamak!
Çok iyi niyetli bir düşünceydi; ancak bu Löw ile yakalanabilecek istikrar şansını yok etme pahasına harekete geçirilmeye çalışılmıştı.
Löw Fenerbahçe’nin geride bıraktığımız yüzyılda son şansıydı belki de… Bugün Almanya milli takımının başında nerelere nasıl geldiğini görüyoruz.
Ancak yazar Gürdoğan Yurtsever’in Fenerbahçe Değişim ve Dönüşüm kitabında çok güzel analiz ettiği gibi Kulüp henüz buna hazır değildi.
Galatasaray’ın üst üste üçüncü kez şampiyonluğa ulaşması, Fatih Terim’in giderek bir fenomene dönüşmesi bir anlamda Fenerbahçe’nin sabırsızlığını arttırıyordu; zaman kalmamıştı.
Rıdvan Dilmen böyle bir ortamda, Fenerbahçe Rıdvan’a hazır değilken teknik direktörlük görevine gelmiştir. Eğer hafızam beni
Pazar günü oynanan Fenerbahçe Ülker–Mersin BB karşılaşmasının üçüncü periyodunun son dakikalarında ilginç bir olay yaşandı.
Fenerbahçe Ülker’in koçu Spahija peş peşe gelen Mersin BB sayıları sonrasında bir mola aldı. Oyun durduğu anda Spahija’nın kenardan yüksek tonda sesini işitmeye başladık. Kime bağırıyor olduğunu ise oyuncuların kenara yaklaşmaya başladığı anda ayırt edebildik.
Yaklaşık 5-6 bin taraftarın önünde koç takımın genç bir oyuncusunu yerden yere vurmakla kalmadı; birkaç saniye içinde de “go out” diyerek eliyle de dışarıyı işaret edip kovuyordu.
Birkaç senedir altyapı basketbolu ile yakından ilgileniyorum benzer görüntüleri zaman zaman küçük çocukların koçlarıyla yaşadığını görüyor; ancak bu sahneleri klasik öğretmen-öğrenci diyaloğu şeklinde değerlendiriyordum, her ne kadar kabul edemesem de.
Bir koçun sahadaki tek oyun kurucusunu saha dışına gönderecek kadar sinirlendiren şey ne olabilirdi?
Kuşkusuz bu işin taktiksel veya oyun içindekileri ilgilendiren bir konuydu.
Burada esas tavır kovulan oyuncunun ne şekilde tepki göstereceğiydi.
O oyuncu Engin Atsür’dü ve karşılaştığı bu tepki sonrasında yedek oyunculara ayrılan sıraların en sonundaki sandalyeye
Fenerbahçe Ülker yeni salonuna bir türlü alışamadı. Bu salonda oynanan tüm maçlar son topa kaldı; ya uzadı ya da rakibin kullandığı atış çemberden döndü.
Açıkçası takımın geçen seneye göre böylesine gece ile gündüz gibi fark etmiş olmasını sadece kadroya bağlamak doğru olmayacaktır. Kadro teker teker önemli oyunculardan oluşuyor ancak “takım” şeklinde bir yapıya dönüşemiyor.
Ayrıca koç Spahija ile oyuncular arasında da yer yer diyalog kopuklukları yaşadığını görüyoruz. Spahija ile Emir sanki aynı dili konuşmuyor gibiler. Dün bundan Engin Atsür de nasibini biraz almış gibiydi. Ancak kader bu maçta son topu Engin’in ellerinin arasına bırakıverdi.
Spahija’nın oyuncularına dışarıdan görülecek kadar tepki koyuyor olmasının ilginç olduğunu söylemeliyiz.
Öyle ki duruma taraftar bile müdahalede bulunmak zorunda hissetti kendisini.
Karşılaşmanın başlamasına bir saatten fazla kala Türkiye’nin güneyinden Bayan Basketbol takımından gelen yenilgi haberi salonu dolduran taraftarın tüm neşesini ve bu maça olan konsantrasyonunu azaltmış gibiydi.
Maç o kadar sessiz başladı ki parkede oynayan oyucuların birbirleriyle konuşmaları bile duyulabiliyordu. İşte tam bu çeyrekte Fenerbahçeli
Fenerbahçe camia olarak Galatasaray maçına konsantre olmuşçasına sahadaydı. Geçen hafta Gençlerbirliği karşısında sergilenen farklı skorlu galibiyet hemen herkesi havaya sokarken Galatasaray maçı öncesinde araya giren Ankaragücü karşılaşması futbolcular için büyük zulüm gibiydi.
Neden?
Çünkü Fenerbahçeli futbolcuların büyük bölümü diğer deplasman ve küçük karşılaşmalarda olduğu gibi rakibi önemsemediler. Ankaragücü karşılaşmasının mutlak surette kazanılacağına yönelik öylesine güçlü bir inanç vardı ki bu yüksek kendine güven maçın konsantrasyonunu azalttı.
Ankaragücü gibi kaybedecek hiçbir şeyi olmasa ve gençlerinden kurulu bir kadrodan daha fazlasına sahip olsa belki de Fenerbahçe’ye üst üste beşinci karşılaşmasında yenilgi tattırabilirdi.
Bunu bir hafta önceki bir yazıda tartışmıştık; belki de son yıllardaki en iyi fikstür avantajı nedeniyle ligin Aykut Kocaman’ın deyimiyle yeniden başlayacağı kader karşılaşmasına çıkacağı haftadan önce Ankaragücü eşleşmesi Fenerbahçe’nin en büyük şansıydı.
Maçın hemen başında Sow’un ustalığıyla kazanılmış golle rahatlayan takım kendisini hiç sıkmadan maçı tamamlayacak şekilde oynadı.
Sow’un her hafta takıma yaptığı katkı ne kadar
9 aydır 3 Temmuz sürecinin kendi içinde anlamını, nedenini, operasyonu, tartışmalarını; iddianamesini ve savunmasını tartışıyoruz.
Hukuk konuşuyoruz.
Burada çok önemli bir detay var. Daha 3 Temmuz günü televizyonlarımızı açtığımızda televizyon kanallarının operasyonu sunuş şekliyle başlayan ve 9 ay boyunca devam eden bir yargısız infaz, savunmasız bir suçlu ilan etme süreci yaşadık, yaşıyoruz.
İnsanlar henüz ortaya iddianame bile çıkmadan kafalarında suçluyu ilan etmişler, kararlarını vermişler; nasıl bir suç vereceklerini sorguluyorlardı.
Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’nden men edilmesi de zaten bu cezalandırma yöntemlerinden sadece bir tanesiydi.
Peki, bu ortam nasıl yaratılmıştı? Kamuoyunun önemli bir bölümü nasıl olmuştu da sorgusuz kendisine sunulan şeyi kabullenmişti?
Aydınlanmanın kaynağı meraktır, kuşkudur. Marks yüz yıllar önce “görünen şeyle öz aynı olsaydı bilime ihtiyaç olmazdı” diyor.
Edison, sürekli yanan bir ampul bulabilmek için 1000 adet deney yapmış; sonunda da
24 Ocak 1993 günü Ankara’da patlayan bomba ile ölen sadece Türkiye’nin en değerli gazetecisi değil; belki de doğru ve gerçek gazetecilik anlayışıydı. Uğur Mumcu yaşıyor olsaydı eminim bugün ortalıkta "gazeteciyim" diye dolaşan birçok kişiye en uygun cevabı kendisi verir; belki dedirtmezdi bile.
“Yazdığım her şey mahkeme tutanaklarında vardır” diyen Uğur Mumcu’nun bu sözünden hareketle tüm konuları belgelere göre yazdım. Amacım herkesin az çok bildiği futbol ile mafya arasındaki ilişkileri gözler önüne sermekti.
Yukarıdaki satırların sahibi Kirli Kramponlar isimli kitabın yazarı Sn. Ecevit Kılıç’a ait.
Şimdi size Uğur Mumcu’nun yazdığı bir kitabın önsüzünden alıntılar yapacağım.
“Bir cinayet davasında yapılacak ilk iş somut kanıtların toplanmasıdır. Cinayet ile somut kanıtlar toplamak yerine kuşkulu varsayımlarla kuramlar oluşturmak, suç kanıtlarını sis bulutlarının içine sokmaya yarar.”
“…bu kitabı yazmadan önce dünya basınında bu konuda yayınlanmış bütün yazıları ve yapılan yorumları tek tek okudum.”
“…bir gazeteci olarak, olayları somut kanıtlar ve belgelerle inceleyerek kamuoyuna sunmayı görev saydım.”
Fatih Terim, Galatasaray’ın başına II. geçişinde kulübün bugünlere kadar uzanan önemli bir borcun içine girmesine neden olan transfer politikası benimsemiş ve uygulamıştı.
O tarihlerdeki Galatasaray son üç yıldakinden farklı değildi; belki gerçekten de transfere ihtiyaç duyuluyordu.
Ancak Fatih Terim’i farklı kılan özellik genç milli takımın başından itibaren yetiştirdiği gençleri A kategorisindeki takımlara kazandırmasıydı. Bu sadece genç olması gerekmiyordu; Suat Kaya, Okan Buruk gibi (hatta oynu yavaşlatıyor diye çok eleştirilen Tugay Kerimoğlu'nu da bu kategoriye ekleyebiliriz) Galatasaray’dan gönderilmesine mutlak gözle bakılan oyuncuların yeniden takıma kazandırılması da örneklendirilebilirdi.
Emre Belözoğlu’da o jenerasyonunun içinden gelen önemli bir oyuncudur. Onun futbolculuk karakterinin o günlerde şekillendiğini söyleyebiliyoruz ve kendisiyle ilgili yazımızı bir kere daha erteliyoruz.
Fatih Terim’in II. gelişinde takıma kazandırdığı en parlak genç Sabri oldu. Sabri, 2002’de giydiği formayı tam on yıl taşıdı; bu sezon yine Fatih Terim’in döneminde yedek sandalyesine oturdu.
II. dönem büyük bir fiyaskoya dönüşmüştü. Büyük bir ihtimalle bugünkü başarısına