Muhammed Ali Clay ismi hafızama silinmeyecek biçimde kazındığında 1970’li yıllar yeni başlamıştı. TRT’nin tek kanal olduğu ve siyah-beyaz TV’lerle yeni tanıştığımız dönemlerdi. Sabaha karşı saat 04.00 gibi babamın uyarısıyla kalkar televizyonun başına geçer, Muhammed Ali’nin 15 raundluk ünvan maçlarını soluksuz izlerdik. Ali’nin naklen yayınlanan maçları sayesinde boks sporunun aslında çok estetik de olabileceğini öğrenmiştim. Çünkü “Kelebek gibi uçar, arı gibi sokardı”, daracık ringde gerçek anlamda dans ederdi. Kimilerine göre tango’ydu yaptığı, kimilerine göre de vals... Ve bana göre de vals yapıyordu...
Joe Fraizer, Ken Norton ve George Foreman gibi boksörleri Muhammed Ali’nin rakipleri olduğu için tanımıştım. Oysa, onlar da büyük boksörlerdi ve ben bunu çok uzun yıllar sonrasında farketmiştim...Fanatiklik seviyesinde taraftarı olmuştum Muhammed Ali’nin. 1960 ile 70 yılları arasında yaşadıklarını öğrendikten sonra Ali artık benim idolümdü..Hep de öyle kaldı
Siyahlara yönelik ırkçı uygulamaları protesto için olimpiyat madalyasını Ohio Nehri’ne atması, Vietnam Savaşı’na karşı çıkması, Müslümanlığı seçmesi, ve elbette ringdeki başarısı, onun sadece iyi bir boksör
Bir kez daha Aziz Yıldırım’a ezeli rakiplerinden birinin şampiyonluğunu izlemek, ligi yine ikinci bitirmek nasip oldu. Tarihinin en pahalı takımını kuran Aziz Yıldırım yine sükutu hayale uğramaktan kurtulamadı. Bunca yıldır yaşananlardan sonra çok net bir durum tespiti var, Fenerbahçe ne kadar iyi oyuncular transfer etse, ne kadar yüksek paralar harcasa da teknik direktörünü doğru seçmeyince hayal kırıklığı yaşıyor. Ve bu hayal kırıklığı da alışkanlık haline geliyor.
İsmail Kartal’dan sonra Pereira tercihi bunun en güzel örneği. Nani’yi, van Persie’yi transfer ettiğin yerde onların egosu altında ezilmeyecek hoca da bulmak zorundasın... Ayrıca hocalığa da soyunmayacaksın.
Dört-beş haftadır Başakşehir’e oranla daha zayıf rakiplere gol üstüne gol atan Fenerbahçe, belli ki Beşiktaş’ın Galatasaray’ı yenmesinden çok etkilenmiş. Neredeyse bütün oyuncular sahada yok gibiydiler. Elbette bunda Abdullah Avcı’nın Fenerbahçe’yi olağanüstü iyi analiz etmesinin etkisi de büyüktü. Avcı, ilk yarıda hem çok önde bastı hem de Fenerbahçe’nin kanatlarını kitledi. Orta sahada da sarı-lacivertlilere hiç kımıldayacak alan bırakmayarak topun hep orta alanda dolaşmasını sağladı.
Kilitlenmiş oyun ikinci yarıda
Ne Bursaspor istediğini alabildi ne de Galatasaray... İzleyenler ise beklediklerinin çok ama çok üstünde bir futbolla karşı karşıya kaldılar... İstisnasız maçın hemen hemen her dakikasında heyecan, tempo ve karşılıklı olarak sürekli kaçan gol pozisyonları vardı ama sonuçtan iki taraf da mutlu olmadı.
Hem Hamza Hamzaoğlu hem de Riekerink maça mutlak kazanmak için çıkmışlardı, bundan dolayı da 90 dakika boyunca orta sahalar yol geçen hanına döndü... Bursaspor da Galatasaray da bu sezon hiçbir maçta bu kadar kolay rakip ceza alanına inmediler... Ve belki de bu kadar çok gol kaçırmadılar...
Hamza hoca, kulübesi gençlerle dolu, en az beş tane de tecrübesiz ama yedeklikten kurtulmuş oyunculardan kurulu bir kadro ile sahadaydı... O nedenledir ki, özellikle top kayıplarını çok sorun etmedi, ne var ki dönen toplardaki kısır reflekse haklı olarak tepkiyi gösterdi.
Riekerink ise Sneijdersiz oynamanın verdiği eksikliği kalabalık hücum ederek gidermeye çalıştı. Sabri’yi kanada, uzun süredir yedekte oturttuğu Umut’u da santrfora koyarak gole çabuk gitmeyi istedi. Doğrusu şu ki, bu planı tuttu ama son vuruşlardaki beceriksizliği Hollandalı bile tahmin edemezdi...
Galatasaray’ın hedefi artık çok
Bakmayın siz tabelada yazan 4 gollük galibiyete. Fenerbahçe Futbol Takımı, çoktannn ununu elemiş, eleğini duvara asmış bile. İki-üç tane bireysel becerisi yüksek oyuncunun özel çabası, biraz da alışkanlıklar ama en önemlisi Mersin İdmanyurdu’nun direnecek gücünün olmaması galibiyeti Fenerbahçe’ye getirdi. Yoksa görüntü çok net. Fenerbahçe ligi bırakmış.
Sadece Fenerbahçe mi ligi bırakmış? Taraftarı da bırakmış. Hem de geniş bir kesimi. Matematiksel olarak hala ciddi şansı olmasına rağmen bu takımdan ne köy ne de kasaba olmayacağını onlar da biliyorlar. Evet futbolda var. Beş puan farkı kapatıp şampiyon olan, son haftada şampiyonluklar kaybedip, şampiyonluklar kazananlar var. Uzakta aramaya gerek yok. Fenerbahçe iki kere yaşadı bunu. Bursaspor’u, Galatasaray’ı unutmayalım. Ve hatta geçmişte de tam tersini yaşayıp son anda şampiyonluğu da yakalamıştı... Ama o zaman ruhu vardı takımların. Dünkü takımda o ruh gitmiş, yerini tuz ruhuna bırakmıştı. Yani dokunsan dağılacak bir takım vardı sahada. O koşacak hali olmayan Güney ekibinin attığı tek gol bile bunun kanıtıdır.
Fenerbahçe’nin futbolu bilen, futbolu bildiği kadar takımının durumunu da iyi tespit eden bir taraftarı vardır. Eğer
Aykut Kocaman ve Rıza Çalımbay, Türk futbolunun yüzaklarıdır... Daha sezon bitmeden bu dönemin kurtarıcıları olmuşlardır... İşleri güçleri provakasyon olan zavallı yaşamlarında provakatörlük yaparak ayakta kalmaya çalışan ve rekabeti savaş gibi algılayan futbolun kan emicilerine bu iki teknik adam en ağır darbeyi iki hafta üst üste vurdu. Biri Beşiktaşlı olduğunu, bir diğeri de Fenerbahçe’ye gönül verdiğini asla saklamayan bu iki kocaman yürekli teknik direktör şampiyonluktan daha çok dürüstlüğün, profesyonelliğin işle-gönül bağını ayırt etmenin üstün olduğunu kanıtladılar.
Çok merak ediyorum... Yöneticisi, gazetecisi, taraftarı şimdi ne diyecek? Rıza Çalımbay’ı Beşiktaş’a maçı vermediği gerekçesiyle eleştiren, “Şimdi Aykut Kocaman’ı göreceğiz” diyen o zavallı beyinler ile “Aykut Kocaman Fener’i şampiyon yapar” diyen diğer futbolumuzun katilleri acaba rahat uyuyabilecekler mi?
Helal olsun hem Çalımbay’a hem de Kocaman’a... Sadece sezonu değil, Türk futbolunun geleceğini kurtardılar. Biz onların duruşlarından asla şüphe etmedik. Ama bu ülkede doğru yapılanlar normal bir şey gibi değil de olağanüstü bir şeymiş gibi değerlendirildiği için bu tespiti yapma ihtiyacı duyduk...
Erken gelen
Wesley Sneijder, Hakan Balta, Selçuk İnan... Arka arkaya gelen bu üç önemli oyuncunun sakatlığı Galatasaray’ı ciddi biçimde etkilemiş. Bunlara Jason Denayer ve Olcan Adın’ın yokluğunu da kattığınızda, sarı-kırmızılı ekibin sıradan bir takım haline dönüştüğünü kolayca söyleyebiliriz.
Ama bu durum tespitini Eskişehirspor maçının görüntüsüne bakarak yapmaya gerek yok. Bu, maç öncesinde herkesin bildiği acı gerçekti. Galatasaraylı oyunculardan beklenen bu olumsuz görüntüyü biraz fazla sorumluluk alarak pozitif görüntüye çevirmek olmalıydı. Fakat bu düşünceyi bırakın kağıt üzerinde dile getirmeyi, hayal etmek bile tarihi formayı taşıyıp en zor günlerde başarılara imza atan gerçek Galatasaraylılara haksızlık sayılır.
Ligde kalma mücadelesi veren Eskişehirspor gerçekten büyük sorunlar taşıyan bir takım. Özellikle savunması inanılmaz boşluklar veriyor. Bunu görmek için yılların teknik direktörü olmaya gerek yok. Stajyer hocalar bile raporlarında belirtirlerdi. Sanırım Riekerink’e de bu söylenmiştir. Söylenmese bile Eskişehirspor’un son 2-3 maçının kasetlerini izleyip, kendi de saptamıştır. Ama aynı Eskişehirspor’un çok ciddi kanat bindirmeleri yaptığı ve savunma güvenliğini hiçe sayarak
Bu skor ve kupadan eleniş bir Fenerbahçe beceriksizliği değil, tam anlamıyla Hırvat hakem Ivan Bebek organizasyonudur. Ofsayttan atılan ilk gol, penaltıyla uzaktan yakından alakası olmayan pozisyon ve ardından gelen kırmızı kart aslında 90 dakikanın tam bir özeti.
Ülkemizde çok sayıda hakem uleması var. Her hafta ahkam kesip duruyorlar. Bizim hakemlerimizi yerin dibine sokup, zaman zaman kasıttan zaman zaman eyyamdan dem vuruyorlar. Merak ediyorum, bu maçla ilgili ne yazacaklar.
Gerçekten bir Avrupa kupası maçında hele ki çeyrek final yolunda bir FIFA hakeminin sonuca bu kadar net hem de bilinçli bir şekilde etki ettiğini görmedim.
İlk 45 dakika çaldığı düdüklerin neredeyse yarısı tartışmaya açık. Kalan diğer yarısı ise Fenerbahçe’yi sindirmek üzere kurgulanmıştı. Hırvat Ivan Bebek’e kötü hakem demek, onun dünkü tereyağından kıl çekercesine organize ettiğe yapıya hakaret olur. Bu kadar başarılı bir taraflı yönetimi ancak üst seviyede ve bu işleri çok iyi bilen hakem yapabilir. Ivan Bebek de dün bunu net bir şekilde bize gösterdi.
Vitor Pereira’yı oyun dışına attığı pozisyon ne kadar maça ön yargılı çıktığının kanıtıdır. Bırakın Avrupa Ligi’ni açın Şampiyonlar Ligi’ni hatta en yakın
Bu maçla ilgili hakem yazacağım aklımın ucundan dahi geçmezdi... Sezon başında ‘İşte geleceğin Cüneyt Çakır’ı’ diyerek O’nu en çok alkışlayanlardan biri bendim.
Bazı hakem hocaları ‘Çok erken sorumluluk verildi. Bunun altından kalkamaz. Cin olmadan adam çarpmaya çalışır’ dediklerinde hakem eskisi değerlendirmesi düşüncesiyle önemsememiştim bu yorumları. Çok haklılarmış. Hepsinden özür diliyorum.
Deniz Ateş Bitnel, Spor Toto Süper Lig maçı yönettiğinin farkında değil. Çayırda mahalle maçı yönetiyor sanki. Yakasındaki FIFA kokartının da ağırlığını hissetmiyor.
Tüm maçı paramparça etti. Kendini de bitirdi, MHK’yi de. Yazık, çok yazık. 4 kırmızı karttan sadece bir tanesini tartışmam; o da Salih Dursun’un kartı. Ama Salih de o kadar doğru bir hareket yaptı ki, keşke o anda öyle bir uygulama olsa, Salih’in kırmızı kartıyla Deniz Ateş Bitnel sahadan çıksaydı.
Verilen ve verilmeyen penaltılar, kartlar, birçok şeyden de bahsedebiliriz. Ama asıl konuşacağımız şu; otorite olayım derken rezil olmak diye bir şey vardır. Artık herkes Deniz Ateş Bitnel ismini, Salih Dursun’un gösterdiği kırmızı kartla hatırlayacak. Umarım, MHK de Deniz Ateş Bitnel’e en azından sezon sonuna kadar kırmızıyı gösterir.