Muhammed Ali Clay ismi hafızama silinmeyecek biçimde kazındığında 1970’li yıllar yeni başlamıştı. TRT’nin tek kanal olduğu ve siyah-beyaz TV’lerle yeni tanıştığımız dönemlerdi. Sabaha karşı saat 04.00 gibi babamın uyarısıyla kalkar televizyonun başına geçer, Muhammed Ali’nin 15 raundluk ünvan maçlarını soluksuz izlerdik. Ali’nin naklen yayınlanan maçları sayesinde boks sporunun aslında çok estetik de olabileceğini öğrenmiştim. Çünkü “Kelebek gibi uçar, arı gibi sokardı”, daracık ringde gerçek anlamda dans ederdi. Kimilerine göre tango’ydu yaptığı, kimilerine göre de vals... Ve bana göre de vals yapıyordu...
Joe Fraizer, Ken Norton ve George Foreman gibi boksörleri Muhammed Ali’nin rakipleri olduğu için tanımıştım. Oysa, onlar da büyük boksörlerdi ve ben bunu çok uzun yıllar sonrasında farketmiştim...Fanatiklik seviyesinde taraftarı olmuştum Muhammed Ali’nin. 1960 ile 70 yılları arasında yaşadıklarını öğrendikten sonra Ali artık benim idolümdü..Hep de öyle kaldı
Siyahlara yönelik ırkçı uygulamaları protesto için olimpiyat madalyasını Ohio Nehri’ne atması, Vietnam Savaşı’na karşı çıkması, Müslümanlığı seçmesi, ve elbette ringdeki başarısı, onun sadece iyi bir boksör olmadığını aslında olağanüstü bir savaşçı olduğunun kanıtıydı. Ve ne ilginçtir ki, o büyük savaşçı, yaşamı boyunca savaşa karşı çıktı...
1996 yılında Atlanta Olimpiyatları’nda olimpiyat meşalesini yakarken Muhammed Ali’yi canlı izlemiştim. Parkinson yüzünden titreyen elleri, sallanan bedeni canımı çok acıtmıştı. Atlanta’da bu büyük savaşçıyla röportaj yapma şansı bulmuştum. Meslek hayatımın en önemli anlarından biriydi. Onun elini sıktığımda yaşadığım şaşkınlığı anlatmam mümkün değil...Dünyaya kafa tutan, önüne geleni deviren o eller pamuk gibi yumşacıktı... Tıpkı herkese açık olan yüreği gibi...