Ben hiç mükemmel insan ya da hatasız kul görmedim. Ya siz?
Kimse mükemmel ya da hatasız değil. Ama mutlu ve başarılı insanlar tanıyorum.
Mutlu insanları inceliyorum. Kimseyi yargılamamaya özen gösteriyorlar ve kendileriyle barışıklar.
Hiç kimseyi, işlediği bir günahtan ya da hatasından dolayı ayıplamamak gerektiğine inanıyorum. Çünkü ayıpladığınız şey, başınıza gelmeden ölmezmişsiniz!
Günahsız kul da olmaz zaten. Önemli olan, hataların bile aslında iyi niyetle yapılmış olması ve tekrarlanmaması.
Bir de affetmeyi bilmek gerekiyor. İnsan önce kendini affetmeyi başarabilmeli. Affetmek bir seçimdir. Seçimlerimi yargılayıp, kınamaktansa affetmek yönünde kullanmaya çalışıyorum. Başarı derseniz, herkesin başarı tanımı kendine özel. Ama başarı nasıl geliyor derseniz, tek formülü var. Başarı, güçlü yönleri güçlendirerek geliyor.
Aşkı, sevdayı dizilere, filmlere bıraktık...
İster aksiyon olsun, ister korku, polisiye ya da romantik hiç fark etmez her seneryoda aşk yok mudur? İçinde aşkın sevdanın olmadığı bir hayat düşünebilir mi?
Ama vazgeçtik! Yaşam öykümüzün tuzu, biberi, acısı, tadı olan aşkı filmlere, dizilere bıraktık... Hiç canımız yanmasın diye yalnızlık senfonimizi yaşıyoruz.
Çoğu zaman tercihler artık “Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli” oldu.
Evli olanlar birbir boşanıyor. Her gün yeni bir ayrılık haberi duyuyorum. Ardından “Bir daha mı? Asla evlenmem” cümlelerini. Sobadan eli yanan çocuk misali bırakın tekrar evlenmeyi, aşka düşmeye korkar oluyorlar.
Henüz hiç evlenmemiş, genç nesil ise asla evlenmek istemiyor. Evlilik bir yana ilişki dedin mi köşe bucak kaçıyorlar. Zaten onlar için ilişkinin anlamı fabebook statüs’ü. İlişkileri de facebook’ta başlayıp, facbebook’ta bitip arkadaş listesinde yedekte bekleyen bir yenisi ile devam ediyor.
Kadınlar için durum tamda böyle değil aslında. Onlar içgüdüsel olarak, günün birinde anne olup, çocuk doğurucam dürtüsüne yenik düşüyorlar. Sadece, bu nedenle bir gün evlenirim diyorlar. Birde parmaklarına çok yakışan tek taş mevzu var tabii.
Endişe çağında yaşıyoruz! Bugüne kadar yaşanmış çağlardan niteliksel olarak farklı olan, bambaşka bir çağa girmiş bulunuyoruz.
Ekonomik ve sosyal durumu, eğitim düzeyi ve yaşı kaç olursa olsun, herkes endişeler ağına düşmüş, bunlardan kurtulmaya çalıştıkça bir yenisi ile karşılaşıyor.
Eskilere bakıyorum, çok da uzaklara değil dedelerimizin zamanına; tüm o savaşlara ve imkansızlıklara rağmen, dünyada hala her şeyin yolunda olduğu ya da yoluna gireceği düşüncesinin huzur veren güvencesi altında yaşıyormuş insanoğlu. Şimdi ise bu güvenceden eser yok!
İç huzur, yerini endişelere, umutsuzluğa, amaçsızca yaşamaya bırakmış durumda. Kendi kaderleri üzerindeki kontrollerini kaybettiklerini hissedip, yarınlarını belirleyecek olayları endişe içinde bekleyerek amaçsızca oradan oraya sürüklenen bireylerle çevrili etrafımız. İyimserlik desen alay konusu, Polyana’cılık sadece masallarda kaldı. Oysa ümit olmadan yaşamak, yaşamaktan vazgeçmek demek değil midir ?
Süreklilik hali
Herkes hayatının bir döneminde endişeli zamanlar geçirebilir. Ara sıra endişe duymak son derece normal bir durumdur. Ancak bu endişe hali sürekli bir hal aldı mı tehlike çanları çalıyor demektir. Bu
25 Kasım, Kadınlara Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü’ydü. 2005 yılından bu yana her yıl düzenli olarak gerçekleştirilen Aile İçi Şiddete Son Konferansı, bu yıl ‘Gökyüzü Herkesindir! Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele: Dünyadan Başarı Öyküleri’ başlığıyla yapıldı.
Bu seneki konferansın adı konulurken, New York Times’ın yazarları Nicholas Kristof ve Sheryl WuDunn’un yazdığı ve tüm dünyada kadına uygulanan şiddeti konu alan ‘Half the Sky’ yani ‘Gökyüzünün Yarısı’ adlı kitaptan esinlenilmiş.
Elif Şafak’ın önsözüyle yayımlanan Türkiye baskısında Emel Armutçu’nun kaleme aldığı aile içi şiddet öykülerinin de yer aldığı bu kitap okurlarını küresel kayıtsızlığı kıracak bir adım atmaya davet ediyor. ‘Gökyüzünün Yarısı’ adlı kitabın hepimiz kütüphanelerinde yer alması gerektiğini düşünüyorum.
Çin’de, yılda 1 milyon kız çocuğunun doğar doğmaz öldürüldüğü, ABD’de, her 6 dakikada bir kadına tecavüz edildiği, Türkiye’de kadınların %97’sinin şiddet gördüğü, Dünya genelinde ise kadınların yarısının eşlerinden şiddet gördüğü ve her yıl 2 milyon kadının sınır ötesi kadın ticaretinde kullanıldığı gerçeği yüz yüzeyiz.
Her gün gazetelerin üçüncü sayfalarında
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Time Dergisi’ne kapak oldu. Kimileri ne var bunda bu kadar abartılacak dedi, kimileri espriler yaptı, kimleri için oldukça önemliydi. Ben o oldukça önemli diyen kesimdenim.
Dünya’nın en saygın haber ve politika dergilerinden birisi olan Time Dergisi’nin kapağında yer almanın hafife alınmayacak bir olay olduğunu düşünenlerdenim. Time (“The International Magazine of Events”) yani Olayların Uluslararası Dergisi’ne kapak olmak öyle sıradan bir olay değil, adı üstünde olayların uluslar arası dergisi.
Time dergisi bu haftaki 28 Kasım tarihli sayısında, Başbakan Tayyip Erdoğan için Ortadoğu ülkelerinin ‘en karizmatik lideri’ diyerek başarı hikayesine yer vermiş. Kapağı Boby Ghosh hazırlamış manşet ise ‘Erdogan’s Way’ yani ‘Erdoğan’ın yolu’Ö
Dünya gazetecilik tarihine zaman zaman damga vuran bu dergiye kimler kapak oluyor derseniz; dünyada büyük ses getirmiş veya önemli roller oynamış kişiler kapağında yer alıyor. Time bu güne kadar 8 Türk’e kapakta yer verdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Atatürk iki defa kapak oldu. Başbakan Erdoğan ise Time dergisine kapak olan 8. Türk oldu.
Kim neden kapak olmuş?
Eski kartpostallara ve fotoğraflara baktığınızda en az İstanbul kadar ön planda ki eğlence ve ticaret merkezi olan İzmir’in, bir inci gibi parladığını görüyorsunuz.
Bir zamanlar kordon boyu boydan boya tiyatrolar, operalar, sinemalar, gazinolarla tıklık tıklım doluymuş. Şimdiki Fevzi paşa bulvarı ile Alsancak (punta) arasında yerleşmiş olan Frenk Mahallesi, zenginliğinde etkisiyle süslü, pırıl pırılmış.
Boş vagonlara koltuk eklenmesiyle tramvayla tanışmış İzmir. Halkın ağzında ise bir tranvay tekerlemesi; “dan dan dan çekilin yoldan... geliyor vatman...” Sonrasında tramvaylar yerini, “boynuzlulara” yani troleybüslere bırakmışlar.
Sahil yolu, Kordon boyunca tramvaylar hayal etmişimdir hep. İstanbul İstiklal caddesinde olduğu gibi şehrim tarihten yaşayan izler taşısın; Tramvay sesleri duyulsun istemişimdir. Eski dostluklar, komşuluklar, tramvayda arkadan tutunup seyahat eden küçük yolcular, sahil yalıları, bahçeli köşkler, yaseminler, akşam sefaları, udlu musikili toplantıları, sokaklarda şapkalı şık giyimli hoş bayanları, centilmen erkekleri ve şarkılara konu olmuş fayton sefası. Ve de unutulmaz gecelerin yaşandığı İzmir Fuarı. Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses, Tanju Okan ve
Eskiden sarışın kadınlara aptal gözüyle bakılıyordu, şimdi güzel kadınlara aptal gözüyle bakılıyor. Hatta tüm kadınların aptal olduğunu düşünenler bile var. Bunda suçlu erkekler mi dersiniz? Bence değil, bu biz kadınların kabahati. `Güzel ol yeter aptal görünsen de olur` deyip geçiyoruz.
Hiçbir kızı annesi ileri de bir gün başbakan olsun ya da genel müdür olsun diye yetiştirmiyor. Zekası ne olursa olsun kadının hoş olması ve beğenilmesinin yeterli olduğu bir düzende yaşıyoruz. Hoş kadın olmanın üzerine, iyi bir eğitim ve kendini idare edebilecek kadar kazanç sağladığı bir işide eklediniz mi tamamdır. İşte size çağımızın mükemmel kadın profili. Başbakan olmanıza ya da genel müdür olmanıza gerek yok. Hatta mümkünse fazla zeki olup düzeni bozmayın, aptal görünseniz bile olur.
Politika da bile kadın kimliğine uygun bakanlıklar veriliyor. Neredeyse kadınları aday bile göstermeyeceklerde bakın kadın bakanlarımız da var diyebilmek için bazı bakanlıkları kadınlara ayırıyorlar. Dış işleri bakanı, maliye bakanı vs. olmak erkek işi, elinin hamuru ile erkek işine karışma!
Herşeyden haberdar olan, uzun vadeli planlar ve kariyer yapan, zeka ve algı duzeyi yüksek bir kadınla birlikte
Bazen, aklımızın başımıza gelmesi için sert bir tokat gerekir, o tokat can yakar ama canımızın daha çok yanmasına da engel olur. Bazılarına da sert bir tokat atılınca diğer yanağını uzatır.
Hangisi olmak isterseniz? Tokatla aklı başına gelen mi, yoksa ikincisi için bekleyen mi?
Ülke olarak zor günler geçiriyoruz. Üst üste farklı alanlarda tokat yiyoruz. TERÖR, DEPREM derken talihsiz bir kararla CUMHURİYET BAYRAMI’MIZI kutlamıyoruz.
Ne teröre dur diyebilmişiz, ne de yaşadığımız tüm acı tecrübelere rağmen depreme hazırlıklı olabilmişiz.
“Geçmiş”, aslında “Geçememiş.”
Parası ve imkanları olup da doğal afetleri, terörü önlemek için sınırdaki askeri birliklere para harcamayan, deprem vergilerini doğru kullanmayan dolayısı ile çözüm bulamayan tek ülkeyiz. İnsan canı bu kadar ucuz ve değersiz olamaz, olmamalı.
Şimdi de kalkıp yas tutmak için kendi kuruluş gününü anmayan bir ülke oluyoruz. Aklım almıyor! Baksa bir şey yapmayı bilmeyip yas tutmayı biliyoruz! Dünyada bunun başka bir örneği de yok, olamaz da zaten.