2010’a girmeye hazırlandığımız şu sıralarda insanın aklına Çinlilere atfedilen eski bir söz geliyor. Sevmediklerine kötülük dilerken Çinliler “Umarım ilginç zamanlarda yaşarsın” derlermiş.
Bu lanetin nedeni de malum. Hayatın tanıdık ve alışılmış seyrinde ilerlemesi insana huzur verir. Öte yandan, “ilginç gelişmeler” derken alışık olmadığımız olayları kastederiz. Bunların rahatı bozma potansiyeli de yüksektir.
Nitekim bir gazeteci İngiltere’nin eski başbakanlarından Harold Macmillan’a emekliliğinde, “Uzun kariyeriniz boyunca sizi en çok yoran ne oldu?” diye sormuş. O da, “Olaylar, dostum, olaylar. Beni en çok olaylar yordu” diye yanıtlamış.
Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’nin yeni yıla huzurlu ve özgüvenli bir şekilde girdiğini söylemek pek mümkün değil. Zira 2009’da ortaya çıkan ve birbirinden ilginç olan olayların arkası bir türlü kesilmiyor.
Her gün ezber bozan yeni bir gelişme yaşıyoruz. Bu arada, 2009 yılında ortaya çıkan alışılmadık gelişmelerin neredeyse hepsi şu anda sürüncemede. İç siyasette bunların başını elbette ki “Ergenekon Davası” ile “Demokratik Açılım” (Yani Kürt açılımı) çekiyor. Her iki konuda 2009’da çok şey yaşandı, ancak toplumu huzura kavuşturacak
İran, Batı ile ilişkilerini düzeltmek için Türkiye’nin arabuluculuğuna ihtiyaç duymadığını söyleyebilir. Fakat nükleer programı nedeniyle Batı ile giderek gerginleşen -ve bu hafta kritik bir noktaya gelecek olan- ilişkileri çerçevesinde Türkiye’nin Tahran’a diplomatik bir çıkış yolu sağladığı da kesin.
İran Dışişleri Bakanı Menuçehr Mutteki’nin, zenginleştirilmiş uranyum takasının Türkiye üzerinden yapılmasını kabul edebileceklerine dair yeniden işaretler vermesi de bunu gösteriyor. İlk bakışta, uluslararası gerginliğin azaltılması açısından bu son derece olumlu bir gelişme olarak görülebilir.
Ancak, Tahran’ın son dönemde bu konuda sergilediği çelişkili yaklaşımlar yine de ihtiyatlı olmamızı gerektiriyor. Zira İran’ın gerçekten bir çözüm mü arzuladığı yoksa, Türkiye’nin sağladığı pencere sayesinde, sadece zaman mı kazanmaya çalıştığı kesin değil.
İran’a güvensizlik
BM Güvenlik Konseyi’nde kendisine karşı yaptırımların gündeme gelmesinin beklendiği şu sıralarda Tahran’ın sadece zaman kazanmaya çalıştığını düşünmek için çok sayıda neden var. Bütün sorun İran’ın, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) üyesi olmasına rağmen, zenginleştirilmiş uranyum konusunda açık
Şam ziyareti sırasında Türkiye-Suriye İş Konseyi toplantısında bir konuşma yapan Erdoğan, Türkiye’nin dış politikada eksen değiştirip Doğu’ya kaydığına dair yorumları da yanıtlamış.
Erdoğan, “Eksen kayması değil, dış politikamız normalleşiyor. Dere yatağında akar. Ne kadar farklı yerlere kaydırırsanız kaydırın, er veya geç kendi yatağını bulur ve o yatakta akar” diye konuşmuş. Aslında güzel bir benzetme.
Ancak, Türkiye’de Batı düşmanlığının arttığı ve toplumun Doğulu karakterinin giderek belirginleştiği bir dönemden geçiyoruz. Arka plandaysa iktidarın İran, Sudan ve Hamas gibi, köktendinci ve radikal ülkelerle gruplara yakınlaşması var.
Bu arada, Batı aleyhtarlığının sadece “dinci” diye tanımlanan kesimlerde değil, kendilerini Atatürkçü ve laik sayan kesimlerde de prim yaptığı aşikâr. CHP’nin ağırlığını Avrupai değerlerden yana kullanmaması ve Türkiye’nin “Avrupalı kimliğini” ön plana çıkarmaktan kaçınması da bunu gösteriyor.
Bu durumda “dere”, Erdoğan’ın dediği gibi, “normal yatağında akmaya başlıyorsa”, o zaman “Bugüne kadar aktığı yatak anormal miydi?” sorusu akla geliyor. Erdoğan’ın konuyu ifade ediş şeklinden bu anlamı çıkarmak da mümkün.
Erdoğan, okuduğumuz
Demokratik açılımlarıyla övünen hükümet, nedense bir avuç Rum kökenli vatandaşlarımıza dönük herhangi bir “açılıma” yanaşmıyor. Burada “Milliyetçileri kızdırmaktan korkuyorlar” da denemez. Zira bu korkuyu taşıyanların Kürt ve Ermenistan açılımlarına girişmemeleri gerekirdi.
Bize göre işin özünde milliyetçi duyarlılık kadar, İslami duyarlılık da yatıyor. Hatta bu daha da ağır basıyor olabilir. Kısa bir süre önce Kayseri’de, bir film için sadece birkaç saatliğine surlara asılan haçlı Bizans bayraklarına gösterilen tahammülsüzlük bile buna işaret ediyor.
Özetle, İsviçre’ye minare yasağı yüzünden kızıyoruz ama “haç”, “çan”, “Ruhban Okulu” ve “Ekümenik Patrik” paranoyası da bizde var gücüyle yaşıyor. Patrik Bartholomeos, mecazi anlamda olsa bile, “Türkiye’de çarmıha geriliyormuşum gibi hissediyorum kendimi” dediğinde hükümet ayağa kalkıyor.
Başbakan Erdoğan “Ülkemizde çarmıh yok” diyor. Başbakan Yardımcısı Kürşad Tüzmen ile Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise Patriğin çıkışının arkasındaki nedenleri anlama ihtiyacını bile duymuyorlar.
Bu arada Davutoğlu’nun, Osmanlı’nın en has işkenceyle öldürme yöntemi olan kazığa veya kancaya geçirmeyi kendi tarihçilerimizden bile okumadığı
Hükümetin “komşularla sıfır sorun” politikası bir cephede çatırdama sinyalleri veriyor. Fakat Türkiye’nin bir suçu yok. Sorun, Kopenhag Kriterleri’nin AB’nin yeni üyesi Bulgaristan’a fazla gelmeye başlamasından kaynaklanıyor.
Türkiye, AB yolunda cesur demokratik adımlar atmaya çalışırken, Bulgaristan tam aksi istikamette ilerliyor. Birliğin ruhuna ve hukukuna aykırı adımlarla, milliyetçilik adına bilinçli bir siyasi gerileme dönemine girmiş bulunuyor.
Bulgaristan’daki ırkçı Ataka partisinin Türk azınlığa karşı düşmanlığı zaten biliniyordu. Sorun, Başbakan Boyko Borisov’un, kısa adı GERB olan, “Avrupai Kalkınma için Vatandaşlar Partisi”nin de aşırı sağ eğilimler sergilemesinden kaynaklanıyor.
Borisov son olarak, 15 Aralık’ta, Ataka lideri Volen Siderov ile bir basın toplantısı düzenledi. Orada, haftanın beş günü 10 dakika süreyle yayımlanan Türkçe haber bülteninin kaldırılması için referandum yapılması konusunda bu partiye destek verdi.
Erdoğan’a açıkladı
Partisinin iddialı ismine bakmadan ve AB normlarını hiçe sayarak bunu yapan Borisov, garip bir gerekçe de öne sürdü. Bu meselenin böylece demokratik yoldan nihai olarak çözülmüş olacağını söyledi.
Ancak herkes bu
Milliyet’in önceki günkü başlığı her şeyi özetliyordu. Başbakan Erdoğan istediği kadar Tahran’ın avukatlığını yapsın, İran gerçekten de ateşle oynuyor. Bundan rahatsız olan da sadece, ABD ve İsrail aleyhtarlığı çerçevesinde İran’a sempatiyle bakanların sandıkları gibi, Batı değil.
Hayret bir şey tabii, ancak Türk kamuoyu, Suudi Arabistan ve diğer Sünni Arap ülkeleriyle
İran arasında, Yemen’de meydana gelen Şii ayaklanması nedeniyle artan gerginlikten haberdar değil. Ülkemizde her şeye, öznel ihtiyaçlara göre, seçici bir gözle bakıldığı için, bu gerginliğin ne anlama geldiğini kavramanın zaman alacağı anlaşılıyor.
İran’ın birkaç gün önce denediği 2 bin km menzilli “Siccil 2” füzesinden İran’a büyük bir sempatiyle bakan hükümet çevrelerimiz endişe duymayabilirler. Fakat askeri planlamacılarımızın o kadar rahat olduklarını sanmıyoruz.
Nedenini ise, Milliyet’in yukarıda sözünü ettiğimiz haberiyle verilen “menzil haritası” ortaya koyuyor. Siccil 2 füzesi, söylendiği kadar menzilli ve etkili ise bu menzile giren hiçbir ülke “Bu bizi ilgilendirmiyor” diyemez. TSK’nın envanterine Patriot tipi modern füzesavar bataryalarını eklemek istemesi de boşuna değil.
Sonuçta, Saddam
Başbakan Erdoğan’ın İsrail’e karşı devam eden ağır salvoları, İsrailli yetkililerde ve Batılı çevrelerde, Türkiye’nin radikal Müslüman-Arap eksenine kaydığına dair inancı pekiştirmeye devam ediyor. Hükümetin yanı sıra, bizler de yorumcu olarak istediğimiz kadar “Eksen kaymıyor, Türkiye’nin ilgi alanı genişliyor” diyelim, bunun fazla ikna edici bulunmadığını görüyoruz.
Konuştuğumuz diplomatlar bu argümanımıza karşın, “Büyüyen Türkiye’nin ilgi alanı genişliyor olabilir, ama Başbakan’ın gönlünün nerede yattığı da bu vesileyle ortaya çıkıyor” diyorlar. Erdoğan’ın son salvosu ise bu açıdan özellikle not edilmiş. Geçtiğimiz günlerde bir Mısır gazetecisine söylediklerinden söz ediyoruz.
İsrail’in İran’a karşı askeri keşif uçuşları için Türk hava sahasını kullandığına dair
bir soruyu yanıtlayan Erdoğan, bunu yalanlamakla kalmamış “İsrail bunu yaparsa deprem gibi bir tepki alır” demiş. Erdoğan’ın bu iddiayı yalanlamasını anlayan ve makul bulan diplomatlar, buna karşın bu soruyu İsrail’e dönük sert bir mesaj için bir fırsat olarak değerlendirmesine anlam veremiyorlar.
Bir Batılı büyükelçinin görüşü şöyle:
“Erdoğan bu soruyu, ‘Doğru değil. Türkiye olarak böyle bir şeye de izin
Cumhurbaşkanı Gül gibi, DTP’nin kapatılmasını değerlendirirken, “Anayasa Mahkemesi’nin kararına saygı göstermek gerekir” diyebilirsiniz.
Yoksa, Kültür ve Turizm Bakanı Günay gibi, bu kararın “hukuki olma niteliğinden fazla, siyasi nitelik taşıdığını ve Türkiye’nin siyasi ihtiyaçlarına çok uygun düşmediğini” söyleyerek Anayasa Mahkemesi’ni eleştirebilirsiniz.
Bu konuda başka şeyler de düşünebilirsiniz. Sonuçta, toplumda geniş yankı uyandıran bu kararın çok tartışılacağı kesin. Bu karardan sonra toplumsal hadiselerin tatsız yönlerde gelişme eğilimi de göz ardı edilemez.
Bu nedenle herkese akılcı davranma sorumluluğu düşüyor. Bu yapılırken de bir temel gerçeğin gözden çıkarılmaması gerekiyor. Kürt sorunu hâlâ çözülmüş değil. Çözümsüz kaldıkça da toplumsal cerahat birikecek.
Anayasa Mahkemesi’nin kararını “siyasi” olarak nitelemek bizce aşırıya kaçıyor.
Belli ki kararı siyasi olarak değerlendiren Günay, partisine karşı açılan kapatma davasını unutabilmiş değil. Fakat Günay’ın sözlerinde yine de doğruluk payı var.
Bu karar Türkiye’nin şu andaki siyasi ihtiyaçlarına gerçekten çok uygun düşmedi.